Fazilet ve Mutluluk
İnsanımıza mutluluk vaadedenler evvelâ onu fazîletlerle donatmalıdırlar. Fazîlete susamış gönüllerin mutlu olmasına imkân yoktur. Dünden bugüne selim akıllarca, bu hep böyle kabul edilmiş ve saadetle fazîlete ikiz nazarıyla bakılmıştır. Zîrâ fazîlet, her şeyden evvel, en yüce ahlâkla serfîraz bulunarak bütün varlığa muhabbet dolu nazarlar atfetmenin adıdır. Fazîletli bir insanın bütün varlık ve eşyâ ile bir çeşit münâsebeti vardır. Böyle birinin nazarında hâdiselerin akışı, bir bahar havası içinde ruha inşirah verici meltemler gibi eser geçer ve onun gönlünü sevinçlerle doldurarak şâd kılar. O, her zaman akıp giden eşyâ ve zaman selinde, yeni yeni levhalar müşâhede ederek dâima hayran ve dâima mutludur. Ne güneşlerin doğup batması, ne de gece ve gündüzün birbirini takip edip durması, onun zevklerini acılaştıramaz ve gönlüne hüzün veremez. Hüzün vermek şöyle dursun, o her an tazelenen ve birbirinden farklı bulunan manzaraların müşâhedesiyle, hep huzur ve mutluluk dolu dakikalar yaşar.
Fazîletli olmak, bütün bütün beşerî arzuları reddetmek ve eşyaya sırtını dönerek bir çeşit zâhitlik yapmakta değildir. İnsanı, içinde yaşadığı dünyadan koparan böyle bir fazîlet anlayışı, karamsarlık getirir ve bedbinlik kaynağıdır. Bu ise İbsen'in ifadesiyle: 'Saadetin helâki' demektir. Aynı zamanda, bu türlü aşırı ve yersiz endişeler, ferdin yalnız nefsini düşünüp onunla içli dışlı olduğuna ve civanmertlik hissinden mahrum bulunduğuna delâlet eder ki; bu kabil bir düşünce de ahlâkî hayatın yanlış anlaşıldığını ve başkaları için yaşama meziyetinin eksik bulunduğunu gösterir.
Fazîletin, cismânî ve ruhânî bütün saadetleri tekeffül ettiğini iddia etmek de doğru değildir. Fazîletli bir insan hasta, fakir, perişaniyet içinde bulunabilir. İnsanlardan zulüm, hakâret, ihânet görebilir. Başından işkenceler, mahkûmiyetler, sürgünler geçebilir. Hz. Mesih, gadre uğradığı, Sokrates mahkûm edildiği, Epiktetos zulüm gördüğü halde mes'ud idiler... Bu itibarla biz, mutluluğu, daha ziyade kalbî ve insanın inançlarıyla gönlünde kurduğu cennetlerin esintisinden ibaret görmekteyiz. Evet 'iman, manevî bir cennet çekirdeğini taşımakta, küfür de manevî bir cehennem zakkumunu saklamaktadır...'
Fazîlet; insanın, kendi sınırlılığın kâinatın sonsuzluğu içindeki ehemmiyetsizliğini, küçüklüğünü idrâk etmesi ve şahsına olduğundan fazla değer vermemesidir. Yoksa, onun, cismânî musîbetlerle sürekli olarak hırpalanması; izzet-i nefis ve gururunun devamlı yaralanıp durması ve bir türlü tatmin edilmeyen câhilâne hırslarla huzursuzluklara dûçâr olması gibi, alçaltıcı sefâletlerle bütün bütün saadetlerini kaybetmesi, kaviyyen muhtemeldir.
Fazîletli insan, sâlim düşünen insandır. O, 'çaresi bulunan şeylerde acze, çaresi olmayan şeylerde de âh u vâha düşmez...' Aksine o, kaçınılması imkân dahilinde olan şeyler için, elinden gelen her şeyi yapar ve kaçınma yollarını araştırır. İrâde ve imkânlarını aşan hâdiseler karşısında da teslim olma yolunu seçer. Ve insanların pek çoğunun dûçâr oldukları, bencillik, pest düşünceler, servet-sâmân kaygısı, çeşitli mansıp ve pâyelere gönül koymak gibi şeylerle mutluluğunu ihlâl etmez...
Sâlim düşünen insan, üstesinden gelinemeyen belâlara, kaçınılması imkânsız musibetlere, baştan hazırlıklı ve râzı bulunduğundan, hiçbir zaman saadet ve lezzetleri acılaşmaz. O, şuur ve duyguları itibariyle, dâima pâk ve nezih sevinçlerden; sevginin, aşkın, aileye şefkatin, kardeşlik ve dostluğun lezzet ve hazlarından her zaman hissedâr olabilir.
Evet, o, haksızlık yapmayacağı; hâin olmayacağı; intikam, kin, nefret, kıskançlık gibi düşüncelerden hep uzak kalacağı içindir ki; ekseriya, çevresinde hürmet ve sevgi karışımı bir meltemin estiğini hissedecek ve dâima mutlu olacaktır. O, ailesine, vatanına, milletine, hatta bütün varlığa karşı duyduğu sevgi ve alâka ile kenarı olmayan bir muhabbet deryasında, sonsuz hazlar duyacak ve daha cennete girmeden cennet zevklerini yaşayacaktır. Bu hazlar: Başkalarının sevinçlerini paylaşma hazzı.. onların lezzetlerini ruhunda yaşama hazzı.. onların acı ve ızdıraplarını göğüsleyip onlara, mutluluğa giden yollara açma hazzı.. gibi şeylerdir.
Fazîletli olmak, hazır zaman gibi, geçmiş ve gelecekle de münasebete geçerek, mâzinin ve istikbâlin en mümtaz insanlarıyla rûhen beraber bulunup, onların tasvip ve takdirlerini gönlünde duymak ve onlarla aynı hayatı paylaşarak, atalarımız ve gelecek nesillerle kaynaşmak ve bütünleşmek demektir.
İşte, böyle bütün insanlık ve kâinatla alâkadar ve iç içe yaşamak sûretiyle kalb, daha bu dünyada iken ebedî mutluluğa erer ve haricî hâdiselerin onun saadetini ihlâl edemeyeceği buudlara ulaşır.
Fazîletin, gerçek saadetle olan bu derin alâkasını bizlere, insanlığın en şerefli şahsiyetleri talim etmiştir. Gönülleri itmi'nâna kavuşturan ve akıllara emniyet telkîn eden saadet de budur. Zîra bu saadet, olgun, mütevazi, müsâmahalı, ayıplara göz kapayan, kinsiz, nefretsiz olma gibi, faziletin en sağlam kaideleri üzerinde yükselmektedir.
Tek kelime ile bu saadet, kalbî ve ruhî bir saadettir. Ve yerini hiçbir şeyin alamayacağı kadar da köklü ve insanın özüyle alâkalıdır. Maddeye dayalı bütün mutlulukların bu saadete ilâve edecekleri hiçbir şey olamayacağı gibi, onu unutturmaya da güçleri yetmeyecektir.
Ruhunu inançla yükseltip, gönlünü fazîletlerle donatanlara ne mutlu!..
Sızıntı, Haziran 1982, Cilt 4, Sayı 41
- tarihinde hazırlandı.