Peygamberi Görme İştiyakı
Soru: Rüyamda Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahâbe-i kiram efendilerimizi ve diğer büyük zatları görmeyi arzu ettiğim hâlde göremiyorum. İmanımdan şüphe eder hâle geldim. Ne dersiniz?
Cevap: Rüyalar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ihbâr-ı nebevîsiyle, âhirzamanda nübüvvetten sonra en sadık hakikat habercileridir.[1] Peygamberlik sona erince hakikat âlemine dair sırları bizler rüyalar menfeziyle alırız. Ne var ki bazı kimseler aldıkları bu şeyi hazmedebilir ve onlarla caka yapmaya kalkışmazlar, çünkü onların böyle bir şeye ihtiyaçları yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın sadıklar olarak takdir ve taltif buyurduğu bazı kimseler de vardır ki Allah onlara çerez mahiyetindeki bu tür şeyleri asla vermez. Allah Teâlâ’nın onlar hakkında âdeta şöyle bir tasarrufu vardır: Ben, onlara bu kabilden şeyleri versem de vermesem de onlar zaten gelir ve kapımın önünde dururlar. Elli-altmış sene kulluk yaparlar da onlara kapıyı açmam ve onlara baktığımı hissettirmem. Fakat onlar o kadar sadıktırlar ki, sadakat iliklerine kadar işlemiştir; hiçbir zaman beklentiye girmezler.
Zâhiren o kimseler, velâyetin şemmesini duymamış ve kerametin habbesine sahip olmamış gibidirler ama velâyetin ve kerametin üstünde bir pâyeye sahiptirler. Hakk’ın kapısında hep sabit-kademdirler ve başları hep Hakk’ın kapısının eşiğindedir. Binaenaleyh rüyada büyük zevatı görememeyi bir kusura vermemek lâzım. Bizler o noktada gönlümüzü temiz tutup hep sadakat içinde olmalıyız. Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğumuz bir mukabele anlamında olmamalıdır. O, bu mevzuda bize hiçbir şey duyurmasa, tattırmasa, kalbimizi doyurmasa bile yine sadakat, samimiyet, ihlâs ve iç bütünlüğüyle O’nun (celle celâluhu) kapısında dişimizi sıkıp sabretmeliyiz. Tıpkı Taptuk Emre’nin kapısında Yunus Emre’nin durduğu gibi. Taptuk, bir şeyler görmek isteyen sadık talebesi Yunus Emre’ye şöyle demişti: “Oğlum, ben istiyordum ki, sen ahirete kapalı bir sandık olarak gidesin...”
Rüyaların bir derece kıymeti olsa da insan onlara çok meftun olmamalıdır. Ne var ki, hak ve hakikatin arkasından çerez alma niyetiyle koşanlar da vardır ve bunlar umumiyetle zayıf kimselerdir. Hakka gönül vermiş kimseler ise buna ihtiyaç duymadan sıdk ile Hakk’ın kapısında hep sabit-kademdirler.
Kalbim kadar tanıdığım bazı kimseler vardır ki, onların şöyle dua ettiğini bilirim: “Allah’ım! Ben Peygamberimiz’i görmeyi çok arzu ederim. Bana O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) pâk cemalini bir kere göstersen belki hemen o anda ölmeyi arzu ederim. Fakat korkarım ki kalbim, buna liyakati var diye fahirlenip gururlanır. Onun için hayatım boyunca bana rüyamda Peygamberimi gösterme. Uzaktan uzağa Leyla’ya meftun Mecnun gibi hep yanıp tutuşayım. Ölüp de huzur-u Risalet-penahi’ye gittiğim zaman visâle ereyim. Bu konuda bana kapı ve pencere açılmasın. Ben yanan bir ocak olayım. O da benim matlubum ve mahbub-u meçhulüm olsun. Devamlı o mahbub-u meçhul için yanıp tutuşayım ve vardığım zaman bütün acılarım dinmiş olsun.”
Bunun aksi, ahirette alacağı ücreti, acele ederek bu dünyada almanın ifadesidir. Allah’tan talep etmeksizin gelen ilâhi lütuflar ise bundan müstesnadır. Bu tür talep etmeksizin, yapılan hizmetlere terettüp eden ilâhi lütuflar Cenab-ı Hakk’a karşı şükür ister. Rabbimiz, “Rabbinin nimetlerini durmayıp söyle!”[2] buyurur. Bu durumda kul da her lahza “el-Hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn” demelidir.
Hâsılı, dengeyi bozmamak gerekir. Binaenaleyh bir kimsenin, imanından şüphe etmesi hiç doğru değildir. Ben bu nesli çok imanlı görüyorum. Rabbim beni yanıltmış olmasın. Çünkü bir milleti veya milletleri kurtarabilecek bir nesil hakkında, O’nun (celle celâluhu) rahmetine itimat ederek hüsnüzan ediyorum.
[1] Bkz. Buhârî, ta’bîr 26; Müslim, rü’yâ 6.
[2] Duhâ sûresi, 93/11.
- tarihinde hazırlandı.