Fenâ’dan Bekâ’ya Geçiş veya İki Tecelli
Soru: Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Ey nâdan nefsim! Bil ki: Çendan dünya ve mevcûdât fânidir. Fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezal’in tecelli-i cemâlinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, sûret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...”[1] ifadelerini açıklar mısınız?
Cevap: Mevcudatın varlıkları, sahip bulundukları hususlar ve mutlak mânâda meziyetleri Allah’ın varlığına ve birliğine delalet ederler ki bu birinci tecellidir. Yine aynı varlıklar fena ve zevalleriyle Cenâb-ı Bâki-i Sermedi’nin beka ve devamına delalet ederler ki, buna da ikinci tecelli diyebiliriz.
Üstad birçok yerde bu durumu misallendirir. Mesela bir nehir akarken üzerindeki kabarcıklar güneşi aksettirirler. Onlar kaybolup gidince bu sefer arkadan gelen kabarcıklar aksettirmeye başlar. İşte bu hal ve bu vaziyet gösterir ki, bu akisler o kabarcıkların kendi hassaları değil, belki bâki bir güneş var ki kabarcıklar her şeyi ondan alıyor ve gidiyorlar. Arkadan gelenler de aynen öncekilerin durumunu gösteriyorlar. Öyleyse onların içinde mütecelli olan güneş, esas mütecelli olan Şems-i ezel ve ebede delalet etmektedir. Tecellinin birisi budur.
Diğerine gelince, onların fena ve zevali delalet etmektedir ki, bütün bu tecellilere menba ve kaynak olan o güneş hiçbir zaman batmamaktadır. O, gurub etmeyen bir güneştir. Burada sibak ve siyaka göre esas anlaşılması gereken de budur.
Burada iki şey sözkonusudur:
Birincisi, mevcudatın, Cenâb-ı Hakk’ın zâtına, sıfatlarına, esmasına delalet etmesi; ikincisi ise mevcudatın fenâ ve zevali, yani bir süre varolduktan sonra yok olup gitmesi, ardından ise benzerlerinin vücuda gelmelerinin, fenâ ve zevale maruz kalmayan birisini gösterdiğidir. Gelenler, geldikleri gibi gidiyorlar, varolmaları da, yok olmaları da hep yukarılardan. Giderken de kendileriyle beraber olan her şeyi alıp götürüyorlar.
Bu iki nurdan daha değişik şeyler de istinbat edilebilir. Bu nurlardan biri, insanın mevcudata bakmasıyla gördüğü âfâki nur, diğeri de enfüsi nurdur. Birisi âfâki tecellidir diğeri enfüsi tecellidir.
Madem bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfât ve esmasının cilveleridir; onların batıp gitmesi insanı çok üzmemelidir. Çünkü kaynağı vardır, bakidir ve gidenler yine gelecektir. Bu durumda insan “Ben sönüp batanları sevmem.”[2] demelidir. Hazine O’nun yanında olduğuna ve o hazine bitmediğine göre üzülmeye, müteessir olmaya lüzum yoktur. Mevcudatın adem ve âkıbetlerini görüp müteessir olmak gereksiz bir telaştır.
Bir diğer izah şekli de şöyle olabilir: İnsan, kâinata kâinat çapında -ama kâinat hesabına değil- baktığında, Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerini çok garip bir kitap gibi görecektir. Bu, Allah’ın kendi büyüklük ve azameti ölçüsünde bir tecellisidir. Bu meseleyi “Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahilazim” diyebilme seviyesine ulaşmış, yani celalin gözünde cemali sezebilmiş, cemalde celale ulaşabilmiş dimağlar anlayabilir. Bu vâhidî bir tecellidir.
Bir diğer tecelli ise ehadî tecellidir ki, onu da herkes kendi kabiliyetine göre anlar. Allah, keremiyle, lütfuyla daha ziyade rahmaniyet ve rahimiyetiyle tecelli eder. O, geniş lütfuyla anlayamadığımız meseleleri enfüsi âlemde insanın vicdanına duyurur. Azametine uygun şekilde değil de, prizmadan geçirerek, regüle ederek, bizim istidatlarımızın seviyesine göre tecelli eder. Kur’ân nasıl tenezzülat-ı ilâhiye itibariyle beşer idraki seviyesinde, Allah’ın kelâm sıfatından gelen bir kitabıdır; aynı şekilde kâinat da Allah’ın kudret ve iradesinden gelen bir kitaptır. Kudret ve iradesinden gelen bu kitapta da bir tenezzül vardır. O tenezzülün keyfiyeti de ehadî tecellidedir. Yani o tecelli, artık Zât-ı ulûhiyetin tecellisinin, umumi tecellinin yanında, tenezzül edalı, bizim anlayabileceğimiz, gözbebeğimizin içine alıp sokabileceğimiz şekilde bir ehadî tecellidir ki, “Bismillahirrahmanirrahim” ona bakar veya o, “Bismillahirrahmanirrahim”in tecellisidir.
Bu iki tecelliden maksat şu da olabilir: İnsan ister kâinatın mevcudiyetiyle Allah’ın mevcudiyetine, isterse fena ve zevalleriyle O’nun bekasına istidlalde bulunsun, her iki şıkta da hem dünyasını hem de ukbasını mamur eder. Dünyada da ukbada da nur olur ve böylece iki tecelliye de mazhar olur. Ancak ben bu tevcihler arasından baştakini tercih ederim.
[1] Sözler, Onyedinci Söz’ün İkinci Makamı.
[2] Bkz. En’am sûresi, 6/76
- tarihinde hazırlandı.