Bizden misin?
Uzun bir kış gecesinin başlangıcındayız. Küçük bir salonda yaklaşık yetmiş kişiyiz. 2020 yılının Ocak ayının ilk haftasında, hiç bitmesini istemediğimiz bir meclisin içinde, manevî bir güneşin cazibesine kapılmış seyyareler gibiyiz.
Dışarıda hava çok soğuk. Birçok akşam yağmur ve kar olarak toprağa düşen yağış, sabahleyin buz olarak karşımıza çıkıyor. Misafir kaldığım evden mescide giderken kayıp düşmemek için dikkat ediyor, “Ya Rabbi, kaygan zeminlerde kalbimizi ve ayağımızı muhafaza eyle. Bizleri sırat-ı müstakimde sabitkadem eyle” diyorum.
Dışarıya inat, içerisi oldukça sıcak. Dünyanın dört bir yanından gelen hizmet erleri, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendinin söylediklerini duyup anlayabilmek için sessiz ve pürdikkat bekliyorlar. Her akşam namazını müteakip yapılan serbest gündemli muhabbetteyiz.
Hayalim 30-40 yıl öncesine gidiyor. Camileri lebâleb dolduran her yaştan her baştan nuranî simaların, dırahşan çehreli gençlerin, imana susamış nesillerin iştiyakla, kendinden geçmişçesine, gözyaşlarıyla dinledikleri sohbetleri düşünüyorum. Vaaz kürsülerinin yüreği yanık gözü yaşlı hatibi, ufku kıtaları ve asırları aşan ideal kahramanı, iman davasının cesur yürekli aslanı bugünlerde sükût ve sükûnet denizinde, dert girdabında, hüzün anaforunda, gülme orucunda, bir lâhza da olsa sürura hasret yaşıyor.
Onun ıztırabını hakkıyla tahmin ve tasvirden acizdir akıllarımız, duygularımız, yüreklerimiz. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin, “Âlem-i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum” diyerek hüzne gark olduğu gibi, Hocaefendi de ömrünü vakfettiği hizmetin ve hizmet erlerinin başına gelen acılardan ziyadesiyle mahzun oluyor.
Onun hüzünlü hâli hepimizi üzüyor. Müjdeli ve sevinçli haberlerin olması için dua ediyoruz. Nitekim hidayet haberleri, dünyanın farklı ülkelerinden gelen müjdeli havadisler, hatta salonu dolduran şevkli ve gayretli gençler, yüzünde sevinç ve memnuniyet pırıltıları meydana getiriyor.
Günlerdir hem insanı rahatlatan hem güldüren birkaç anekdot anlatsam diye düşünüyorum. Bir ara ahirette kendisini kurtarma adına ümit beslediği hususlardan bahsetti. “Ümidimin birisi sizlerin arasında bulunmak” diyerek devam etti: “İkincisi Resulullahın (s.a.v.) şefaatini, bir de Rabbimin ‘Yaramaz, sen de geç’ demesini ümit ediyorum.”
Hepimiz “Estağfirullah” ile birlikte “Siz böyle derseniz, biz ne yapacağız?” diye içimizden geçiriyorduk ki, şimdi tam sırası diye düşünerek, bir hatıra anlatmak istedim. Gerçi “Âlimin yanında dilini, velinin yanında kalbini tut” demiş büyüklerimiz. Huzurunda bulunduğumuz hem âlim-i kâmil, hem veliyy-i azîm, hem vâris-i nebî olduğu halde “Efendim bir husus arz edebilir miyim?” deyip söze başladım.
“Siz yaramaz kelimesini kullanınca aklıma güzel bir hatıra geldi. Biliyorsunuz masum çocuklardan bahsederken bazen ‘yaramaz’ kelimesini kullanırız. Oysa onlar başta dua olmak üzere ne yararlı işler yaparlar. Yaşadığımız süreçte de çocukların olayları değerlendirmeleri ve yorumları çok ilginç. Yaşanan olaylar karşısında kendi küçük dünyalarında öyle güzel tavırlar alıyorlar ve hisse çıkarıyorlar ki, birisini anlatmak istiyorum.”
Birçok hususiyetinin yanında tevazuuna da hayran olduğum o gönül insanı ve salondaki misafirler dinlemeye başladılar. Ben de uzun hikâyeyi şöyle özetlemeye çalıştım:
“Hicretimizin ilk yılıydı. Zât-ı âlinizin ismini verdiğimiz küçük oğlumuz, devlet okulundan bizim arkadaşların tesis ettiği özel okula geçmişti. Yeni tanıştığı arkadaşına, ‘Bizden misin?’ diye sormuş. O da ‘Siz kimsiniz?’ diye cevap vermiş. Oğlum da, ‘Yani hizmetten misin?’ diyerek soruya açıklık getirmiş. Arkadaşı, ‘Hizmet nedir’ demiş. O da hizmetin ne olduğunu kısaca anlatmaya çalışmış.
“Aslında arkadaşı, hizmeti çok iyi bilen bir ailenin çocuğuydu. Muhtemelen bulunduğu vazifenin nezaketi tedbir yapmasını gerektiriyordu ve çocuklarına biraz perdeli davranmıştı. Eve gidince babasına olayı anlatmış, ‘Biz kimiz, hizmet nedir?’ diye sormuş. Babası da hizmeti güzelce anlatmış. Delikanlı ertesi gün okula gelince bizim çocuğa şöyle söylemiş: ‘Fethullah, biz de hizmettenmişiz.’
Rabbimize hamd olsun, çağın dertlisi neredeyse her cümlede gülüyordu. O güldükçe ben o kadar mutlu oluyordum ki, uzattığımı düşünen arkadaşların olabileceğini bildiğim halde hemen bir başka hatıraya geçtim.
“Efendim aradan birkaç ay geçti. Bir gün bizim çocuk telefonla aradı. ‘Baba, akşam yemeğine üç arkadaş getirebilir miyim? Yarın sınav var, ders çalışacağız. Bizde kalacaklar’ dedi. Ben de, ‘Olabilir oğlum, ancak bu akşam Regaib Kandili. İbadet etmemiz ve oruç tutmamız lâzım’ dedim. Kabul etti. Akşam arkadaşlarıyla geldiler. Sınav çalışacakları için sadece akşam, yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kıldırdım ve uzun tesbihatı yaptım. Sahurda konuşmalarına dikkat ettim. Birbirlerine hitap ederken isim kullanmak yerine sadece ‘Abi’ diyorlardı. ‘Abi ekmeği var, abi şunu al, abi şeker var mı?’ gibi. Merak ettim. ‘Oğlum, niçin isminizi söylemiyorsunuz?’ diye sordum. Cevap müthişti: ‘Baba hizmetteniz ya!”
Hocaefendi son cümleye de çok güldü. Vakit hayli ilerlemişti. Odasına gitmek için ayağa kalktı. Muhtemelen niçin anlattığımı hissetmiş olacak ki, salondan odasına açılan kapının önünde durdu, bana doğru döndü:
“Teşekkür ederim Cemil Bey” dedi.
“Estağfirullah efendim” diye cevap verdim.
Çok mutlu olmuştum ama içimde bir kaygı vardı. “Birçok ciddi meselenin sonunda böyle bir hatıra uygun oldu mu acaba” diye düşünürken, saçlarını hizmet yolunda ağartmış Sadeddin Ağabey yanıma geldi:
Allah razı olsun Cemil Hocam” dedi. “Çoktandır Hocaefendinin böyle güldüğünü görmedim.”
Rabbim hepimizi iki cihanda güldürsün, rızası yolunda çalıştırsın, iman ve Kur’an üzere yaşatsın.
“Yaşatmak için yaşama” idealinin etrafında kenetlenen beklentisiz ve adanmış kahramanların oluşturduğu topluluğun en vazgeçilmez ve temel prensiplerinden biridir “biz bilinci”.
Üstad Hazretleri kardeşliğin binler güzelliklerinden birini anlatırken şöyle yazar Hulusi Ağabeye:
“Bizim gibi hakikat ve ahiret kardeşlerin, ihtilaf-ı zaman ve mekân sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri ahirette olsa da beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan bir tek maksat için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.”
Bugün dünyanın dört bir yanına dağılan ve kardeşliğin sayısız destanını yazan hizmet erleri, “birbirinin aynı hükmünde” olmanın gereğini yapıyorlar.
Onlar yedi yıldır yaşanan şu ağır imtihanda “biz bilincini” iliklerine kadar hissettikleri gibi, hakkını vermek için de severek her fedakârlığa katlanıyorlar.
O kadar ki, “biz bilinci” olunca, dünya koca bir hane, cemaat büyük bir aile olur. Birbirinin sevinciyle sevinir, derdiyle dertlenir, hastalığına dua eder, ölümüne taziyede bulunur, dünya ve ahiret saadeti için çırpınır.
Böylece koca cemaat âdeta bir vücut gibi olur. Birbirinin dünya ve ahiret saadeti için fiilî ve kavlî dua eden bir cemaatin ferdi olmak öyle bir nimettir ki, hiçbir şey onun yerini tutamaz.
Üstad Hazretlerinin, “Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir” sözü öyle bir müjdedir ki, bu zamanda hücum eden binler günaha karşı büyük bir dayanak ve sığınaktır.
Başa dönersek Hocaefendi ahirette kendisini kurtaracak üç ümidi sıralarken, “cemaat içinde bulunmak, Resulullahın (s.a.v.) şefaati ve Allah’ın rahmetini” saymıştı.
Üçünün de ortak paydası, cemaat hâlinde olmak ve biz bilinci değil mi? Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır” demiyor mu? Rabbimiz, “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılınız” buyurmuyor mu?
Üstad bu birlik ve beraberlik içinde çalıştığımız iman ve Kur’an davasının güzelliğini anlatırken şöyle diyor:
“Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir.
- tarihinde hazırlandı.