Merhum Yaşar Tunagür Hocaefendi
Çocukluğundan vefatına kadar dolu dolu bir hayat yaşayan Yaşar Tunagür Hocaefendi 30 Nisan 2006'da geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul Sema Hastanesi'nde vefat eden Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin kabri Topkapı mezarlığında bulunan ve yıllarca kendisine destek veren arkadaşı Hacı Kemal Erimez'e yakın bir yerde bulunuyor.
Yaşar Tunagür Hocaefendi örnek bir hayat yaşadı. Pek çok ilke imza attı. Metaneti ve cesaretiyle gerçekleştirdiği icraatları onu unutulmaz bir şahsiyet haline getirdi. Cumhuriyetle yaşıt bir din alimi olan Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin değişik tarihlerdeki mülakatlarından derlenen kendi hayatına dair bazı pasajları yine kendi anlatımından okuyacaksınız.
Ailesi ve Çocukluğu Hakkında
1 Mart 1924'te Beşiktaş'ta doğdum. Dört yaşına geldiğimde babam beni Kur'an'ı okutmaya başladı. Yani evdeki rahlenin karşısına geçirdi beni. Bu yüzden ilk hocam babamdır benim. Yedi yaşına kadar, Kur'an-ı Kerim'i tamamen hatmettirdi ve birçok yerini ezberletti.
Babam, cumhuriyetten önce sarayda kitabet kalemindeydi. Abdülhamit zamanına kadar bu görevde kalmış. Abdülhamit tahttan indirilince katiplik ve diğer kalemlerdeki bir çok insanları sürdüler. Babam da o zaman kendi öz memleketi olan Siirt'in Zivzik denen bir köyüne gitmiş.
Oradaki medresede tedrisatına diğer talebelerle devam etmiş. Bilahare cumhuriyetin ilanından bir sene evvel, 1922 yılında yani o Anadolu'nun kaynadığı bir dönemde bana anlattıklarına göre annemle babam, yaya olarak İnebolu'ya kadar gelmişler. Yolda bulabildilerse bir kağnı arabası gibi bir şeyle yola dökülüp İnebolu'ya, İnebolu'dan da İstanbul'a bir takayla gelmişler. Serencebey ile Kılıç Ali Paşa arasındaki bir tepe üzerindeki eski evimize yerleşmişler. Ben o evde dünyaya gelmişim.
Okul Hayatı
Babam 7 yaşına kadar beni evde kendisi okuttu. Bana hayatta yetecek kadar ilmihal bilgisi başta olmak üzere çok bilgiler verdi. Tam 7 yaşındayken babam vefat etti. Ve ben babasız kaldım o zaman. Ondan sonra ilkokula başladım. İlkokulu Beşiktaş'ta Esma Sultan İlkokulu'nda okudum. Sonra Kabataş Erkek Lisesine geçtim. Ne olduysa bilemiyorum, 1940-41 senelerinde Kabataş lisesinde bir hoşnutsuzluk sonucu ayrılmak zorunda kaldım. Aynı sene Ankara Atatürk lisesine giderek oradan mezun oldum.
Kabataş lisesi'ndeyken ilk defa imam hatip okulu müdürü olan Celalettin Ökten benim hocamdı. Nihat Sami Banarlı edebiyat hocamdı. Orta okulda Faruk Nafiz Çamlıbel Türkçe hocamdı. Yani bunlar benim için kayda değer hatıralarımdı. Faruk Nafiz Çamlıbel tam bir İstanbul Beyefendisiydi. Hayatında, öyle talebeye falan kızmaz, çok nazik çok kibar bir insandı. Nihat Sami Banarlı edebiyat tarihçisiydi, fakat lisede başı dik, son derece vatanperver bir insandı ve Köprülü'nün talebelerindendi.
O arada 10. sınıfta iken Hüsrev Efendi'den Arapça okumaya başladım. Hemen hemen 1942'de derse başladık ve 1953 yılına kadar Hüsrev Efendi'yle derslerimiz devam etti. Yani, 11-12 sene devamlı ümmühat-ül-ulûm (ilimlerin anaları) dediğimiz sarf, nahiv, bedi, beyan, mantık, usûl-ü hadis, usûl-ü fıkıh, usûl-ü tefsirden, fıkıhtan, hadisten bir çok metinler okuduk. 1941'de mezun olduğum sene ben Kadastro bölümüne gittim, meslek olarak Kadastro fen bölümünü bitirdim.
Askerlik Dönemi
1946'da İhtiyat Zabiti Mektebine girdim. Yedek subaylığımı Asteğmen olarak İzmir'de yaptım. Hocamız Hüsrev Özaydınlar, bizi ders okuma ve okutma isteği ile yoğurmuştu. İzmir'de cami cami dolaşıp hoca arıyordum. Derken yolum Kestanepazarı'na düştü. Orada hafızlığa çalışan talebeler gördüm. Caminin bünyesinde bulunan odalarda iptidai şartlarda barınıyorlardı. Caminin İmamı Aksekili İbrahim Kılıç idi. Çok muhterem bir zattı. Ayrıca Hacı Salih Tanrıbuyruğu hocamız vardı. Her ikisi de hafızları dinliyor ve talim-tecvit dersi veriyorlardı. Bir müddet ben de kendisinden tecvit okudum ve bir gün "Hocam, İstanbul'da, Arapça, Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi dersler okunuyor, siz de okutsanız" dedim. Daha önce Hüsrev Efendi'den bu saydığım dersleri okumuş olmama rağmen, sırf böyle bir usul başlasın diye bu dersleri Hacı Salih Efendi'den tekrar okumaya başladım. Ahmet Naim Atasever, Şaban Düz ve Raif Cilasun aklımda kalan isimler. Bunlarla beraber, her akşam bir evde toplanıyor ve çeşitli dersler okuyorduk. Bu arada askerliğim bitti. Dostlar, İzmir'de kalmam için çok ısrar ettiler. Ancak ben, yarım kalan tahsilimi bitirmek istiyordum ve İstanbul'a döndüm.
Hüsrev Efendi'nin Talebesi Yaşar Tunagür
Hüsrev Efendi İstanbul'un en büyük alimlerinden birisiydi. Yani rahmetli Ömer Nasuhi Efendi'nin de hürmet ettiği bir insandı. Çok pratikti, zihni çok kuvvetliydi, herhangi bir şey sorulduğu vakit de derhal kitaptan yerini açar gösterirdi. Öyle pratik bir tarzı vardı. Biz talebe olarak 15-20 kişi kadardık. Hüsrev Efendi'ye sabah namazından sonra giderdik. Saat dokuza çeyrek kalaya kadar ders görürdük. Tamamen Arap dili, mantık, ve usulle alakalı dersleri evde görürdük. Ondan sonra işimizin başına giderdik, talebeler hepsi iş güç sahibi insanlardı. İşten çıktıktan sonra saat 5'ten sonra ikindi dersi için Fatih'e gelirdik. Fatih'te bize okuttuğu dersler, Tefsir'den Kadı Beyzavi, Fıkıhtan El-Hidaye, Tasavvuftan Risale-i Kuşeyriye, Kut-u'l Kulub daha evvel, Tarikat-ı Muhammediye, Şifa-i Şerif, Tirmizi, Müslim, Buhari, yani bu 11 sene içerisinde hadis, fıkıh ve diğer derslerin metinlerini camide okuturdu. Bu derslere cemaat da gelirdi. Nasihat dinlercesine onlar da dinlerdi. Ama biz kitaplarla önde otururduk. Bu dersler akşam namazına kadar devam ederdi.
Biz herhangi bir kitabı bitirdikten sonra, diyelim ki, Nahiv cümlesinden Kafiye'yi bitirdik, derhal hoca bize üç tane talebe verirdi. Bize de nasihatı şuydu: "Çocuklar, okurken bir şey öğrenirsiniz, ama o ilmi muhafaza etmeniz ve alim olmanız için okutmanız şarttır. Okutmadan öğrenemezsiniz." derdi. Hocanın sistemi buydu. Öyle oldu ki mübalağa etmiyorum, benim 80'e yakın talebem oldu. Ben bunları evimde okutmam mümkün değildi son zamanlarda. Üçbaş Medresesi'nde, okuduğum dersleri onlara okuturdum. Mesela ben usul-ü fıkıh'ı bitirdim hocadan, Menar'ı bitirdim diyelim, hoca beni vazifelendirirdi. Ben de gider Üçbaş medresesinde talebelere o dersi okuturdum. Ve devamlı bu böyle giderdi, hatta benim ders okuttuklarım da başkalarına ders okuturdu. Silsile böyle giderdi. Bu 1953'e kadar, Hüsrev Hocaefendi vefat edene kadar devam etti.
Hüsrev Efendi'nin Kızının Vefat Ettiği Gün
Sarf tekniğinin en zor kitaplarından Şafiye'yi okuyorduk. Hoca o gün derse geldi. Derse gelmeden bize evde çalışmamızı ister "Çalışmadan derse gelmeyin" derdi. Bize sordu o gün ne kadar çalıştınız diye. İşte kimimiz 2 saat, kimimiz 3 saat, kimi 1 saat okuduk, okumayan da bir şey söylerdi. Korkardı talebe hocadan, ben de bu kadar çalıştım filan derlerdi. O gün "Çocuklar ben bugünkü ders için 4 saat çalıştım" dedi. Zor bir metindi anlaşılan. Ve bütün hocalar İstanbul'da ders okutan birkaç hoca vardı. Fakat Hüsrev Efendi ders okutmakta çok hassastı. O gün dersi okuduk, sabah namazından sekiz buçuğa kadar sürdü. Dershanemiz bahçenin içinde bir odaydı. Odadan çıkınca dershaneden bahçeye çıkardık. Bahçeden ikinci bir kapıyla dışarı çıkardık. Fevzi Paşa Bulvarı'ndan Guraba-i Müslimin Hastanesine kadar yangın yeriydi oralar. Bir tek ev yoktu o zaman. Kısım kısım bazı kimseler bostan ekerlerdi biraz. Sahibi olmayan arazilerdi yani, öte beri eker geçinirlerdi. Hocaefendi'nin bahçeli evi bugünün hemen hemen Akdeniz Caddesi'ndeki bir otelin olduğu yerdeydi.
Biz bahçeye çıktık. Dershaneye girerken bahçede hiç bir şey yoktu. Fakat dershaneden bahçeye çıktığımızda bize çok garip geldi. O zamanlar cenazelerde gasil adeti yoktu. Herkesin cenazesi evinde yıkanır, tekfin edilir, tabuta konur, camiye götürülürdü. Öyleydi adet o zaman. Baktık ki bahçede bir sacayağı, bir büyük kazan, bir teneşir ve bir tabut var. Belli ki bu evde bir cenaze var. Şaşırdık kaldık. Bizimle beraber Hocaefendi de çıktı bahçeye. Göz göze geldiğimizde bize doğru baktı ve gözünden iki üç damla yaş geldi. Dedi ki çocuklar bu gece bizim kerimeyi kaybettik. 22 veya 23 yaşlarında bir kızdı. İki üç kızı vardı. Edebiyat Fakültesinde talebeydi kızcağız. Verem dedikleri tüberküloz hastalığından vefat etti.
O zaman bu tür hastalıkların tedavisi zordu, bugünkü gibi imkanlar yoktu. Kızı vefat etmişti o gece. Şimdi mühim olan çok sevdiği 22 yaşındaki kızının vefat ettiği gece hocanın kalkıp ders çalışması enteresan bir hadiseydi. Hoca ertesi sabah bize belirtmeden neşemizi kırmadan, ders heyecanımızı bozmadan o dersi bize anlattı. Biz hiç anlamadık evde cenaze olduğunu. Öyle neşe içerisinde dersaneden çıkarken o manzarayla karşılaştık. Hocaefendi hayatını ders okutmakla geçirmiş başka hiç bir geliri yoktu. Kimseden bir şey kabul etmez, dersiâm maaşıyla geçinirdi. O zaman da dersiam maaşı çok az bir şeydi. Kimseye minnet etmez, son derece vakur bir insandı, hayatını okutmaya vakfetmişti. Cumhuriyet'in ilanından sonra kapatılan bütün medreseler karşısında "Ah bir kişi yetiştirebilir miyim, bu mihraplar minberler boş kalmasın, bu kürsüler boş kalmasın" idealinin içerisindeydi.
Hüsrev Efendi'nin Vefatı
Hüsrev Efendi son zamanlarında Çengelköy'e taşınmıştı. Birgün vefat ettiğini bize haber verdiler. Ben de arkadaşları topladım. Onbeş kişi gittik. Techiz ve tekfin edip cenazesini Fatih'e getireceğiz. Cenaze namazı kılınıp Edirnekapı'da defnedilecek. Bütün bunlar için arkadaşları görevlendirdik. Fakat para yok, para lazım. Bizim evde de para yok, nasıl yapacağız. Arkadaşlarla kendi aramızda toplayalım dedik. O arada içimizde bir hafta on gün evvel emekli olmuş polis Recai Efendi vardı. Onu da hayırla yad ediyorum. 106 sene yaşadı bu adam. Recai Efendi dedi ki "bende 500 lira var, emekli ikramiyemi aldım, siz buyurun bu parayı kullanın" dedi. Demek ki emekli ikramiyesi 500 liraymış o zaman. Sene 1953. Verdi bize parayı. O parayı aldık, ihtiyaçları karşılayarak techiz tekfin işini bitirdik. Omuzlarımıza aldık getirdik iskeleye, bir motor kiraladık. Motorla Sirkeci'ye çıkardık. Sirkeci'den yaya olarak biz cemaat halinde cenazeyi Fatih'e götürdük ve cenaze namazını kıldık.
Bu sefer bizi bir telaş aldı ki bu Recai Efendi'nin 500 lirasını nasıl vereceğiz. Herkes tanıdığından, şuradan buradan araştırarak bir hafta içinde biz 500 lirayı topladık. İki arkadaş gittik Recai Efendi'ye. Kumrulu Mescit'te bir ahşap evde oturuyordu. Dedik ki "efendim paranızı getirdik, alın buyurun" dedik. 500 lira vermişti ya bize. Şöyle baktı bize, "Siz beni aptal mı zannediyorsunuz, Cenab-ı Hakk'ın bana lutfettiği böyle büyük bir imkânı ben kimseye veremem, o parayı almıyorum, ne yaparsanız yapın" dedi. Fakir bir adamdı. Altı üstü polis emeklisi bir memurdu. Emekli ikramiyesiyle belki bir şey alacaktı, belki üstüne ilave ederek bir ev de alabilirdi. Neticede o parayı bizden almadı ve bize geri verdi. Sonra arkadaşlardan birisi o parayı götürdü valide hanıma (Hüsrev Efendinin eşi) teslim etti. İhtiyaçlarını görsün diye.
O arada hiç unutmuyorum İlim Yayma Cemiyeti de bir karar almış. Hocaefendi nin vefatından sonra yardım ettiler. 500 lira daha götürüp valide hanıma verdiler o zaman. Hocaefendi 'nin vefatı da böyle oldu 1953'te.
Müftülük İmtihanı
1953'te Hüsrev Hocaefendi vefat edince ben müftülük imtihanına girdim ve imtihanı kazandım. Çanakkale'nin Ezine ilçesine müftü olarak gittim. Ezine'de iki senelik müftü iken, devlet beni Bağdat Üniversitesi'ne Arap Dili ve Edebiyatı'nda ihtisas yapmak üzere gönderdi. İhtisasımı bitirdim. 1958'de oradaki ihtilalle beraber Türkiye'ye geldim. İlk ihtilal Bağdat'ta Abdülkerim Kasım ihtilali oldu. Türkiye'ye gelince Hasan Basri Çantay ısrar etti ve beni Balıkesir'e müftü olarak gönderdiler. Balıkesir'deyken 1960 ihtilali oldu. İhtilalden sonra onların tabiriyle beni Edirne'ye sürdüler. Edirne'de müftü iken, orada Fethullah Gülen Hocaefendi'yle tanıştım.
Genç bir imam olarak Üçşerefeli Cami'de görevliydi. Çok iyi dostluklar kurduk. Biz ona göre yaşlıydık fakat o bizim evin bir insanı gibiydi. Allah selamet versin. Fethullah Efendi 1961 yılında askere gitti. 1962 yılında da ısrarla beni İzmir Kestanepazarı'na istediler. 1963 yılında da İzmir'e tayinimiz çıktı.
İzmir'de Kestanepazarı Dönemi
Fethullah Hocaefendi 1961 yılında askere gittikten sonra ben Edirne'deyken 1962 yılında ısrarla beni İzmir Kestanepazarı'na istediler. 1962 yılında Edirne Müftülüğü'nden Ege Gezici Vaizliğine tayinim çıktı.
İzmir'e gittim. İzmir Kestanepazarı'nda üç sene kaldım. Kestanepazarı'nda Cuma günleri çok vaazlar yapıyorduk. Orada 500-600 kadar talebeyi yedirip içiren, yatırıp kaldıran derneğin başındaydım, müdürdüm. İdare Meclisi Başkanı da Ali Rıza Güven idi. Burada onu da hürmetle anmamız icap eder. Onun çok büyük hizmetleri oldu. Ben Kestanepazarı Camii'nde vaazlara başladım. Bütün işimiz oradaki talebelerin eğitimi idi. İyi bir cemaat toplandı. Çevreye gitmeyi de ihmal etmiyorduk. Kursta yatılı talebeler vardı. Bunlar iki sene müddetle Arapça okuyor ve daha sonra İmam Hatip Okulu'na gönderiliyorlardı. Aynı zamanda, okula gidip gelirken de ders okuyorlardı. Salih Efendi, Hacı Ali Simavî Hazretleri hep oradaydılar ve talebe okutuyorlardı.
Bu arada bir de kolejcilik fikri doğdu. Kendi kendime düşündüm: İmam Hatip Okullarına herkesi getiremiyoruz. Gençler İslamî manadan uzak kalıyorlar. Biz de bir kolej açalım ve onları oralarda yetiştirelim. Fikir benden çıktı. Meseleyi fiiliyata dökmek için bizzat yine öne düştüm.
İlk sermayeyi 5 bin lira olarak kendim koydum. Bazı esnafları dolaştım. 80 bin lira para topladım. Ardından Hacı Ahmet Tatari, Hacı Nuri Sevil gibi İzmir'in seçkin tüccarları 50'şer bin lira verdiler. Ali Rıza Güven ise, o günkü değeri 220 bin lira olan villasını verdi. Ve böylece Fatih Koleji açılmış oldu. İsmiyle de çok uğraştılar. O dönemde dahi "Fatih Koleji" dememizin hesabını verdik. "Fatih" isminden bile ürkenler vardı. Bu kolej bir örnek oldu. Sonraları Türkiye sathında böyle kolejlerin açıldığını duydum ve gördüm.
Diyanet İşleri Başkan Vekilliği
Kestanepazarı'na ve İzmir halkına tam alışmışken beni Ankara'ya bir telgrafla davet ettiler. 1965 yılı Ekim ayında yapılan seçimlerde hükümet değişti. Adalet Partisi iktidara geldi, Demirel başbakan oldu. Kim söylemişse, başbakanlıktan beni acele çağırdılar. Gittim fakat ben İlahiyat mezunu değildim. 1940-41 yılı sezonunda lise mezunu biriyim. İlahiyat mezunu değilim ama ben müftülük imtihanını vermişim, müftülük yapmışım. Müktesep bir hakkım var meslekte. Kanunen mahsuru yok. Çağırdılar ve orada Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olacaksın dediler. Bu arada bana tam yetki verdiler.
Ankara'ya davet edilmem üzerine Kestanepazarı'ndan ayrılmak beni üzecekti. Ancak Ankara'da daha çok hizmet imkanı bulabileceğim düşüncesi üzüntümü hiç olmazsa biraz hafifletiyor ve bana teselli kaynağı oluyordu. Halk durmadan gelip soruyordu. "Bizi kime bırakacaksın" diyorlardı. Ben ise onları teselli ediyor ve "Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni unutacaksınız diyordum. Onlara isim vermiyordum. Fakat kafamda sadece tek isim vardı. O da Fethullah Hocaefendi'den başkası değildi. İkinci bir isim, ihtimal dahilinde bile olsa aklıma gelmedi. Ankara'ya gider gitmez de ilk işim Hocaefendi'nin tayinini İzmir'e yapmak oldu. Ve böylece bu müessese ehil bir insana teslim edilmiş oldu. Hocaefendi Kestanepazarı'nda beş seneye yakın kaldı. Çok büyük hizmetler yaptı. Bilhassa geceleri de talebelerin başında kalması, disiplin açısından çok verimli oluyordu.
İnsanı hangi ameli kurtaracaktır, bunu ancak Cenab-ı Hakk bilir. Fakat ben kendi namıma şöyle düşünüyorum: "Ahirette beni kurtarmaya vesile olacak hiçbir amelde bulunmadım. Sadece bir işe vesile oldum ki bütün ümidim ondadır. O da Fethullah Efendi'yi İzmir'e tayin etmiş olmamdır. Evet, beş senelik Diyanet İşleri Reis Muavinliği döneminde yaptığım en hayırlı iş odur."
1972 yılından itibaren Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı'ndan emekli oldum. Ve sonrasında biraz ticaretle uğraştık. Turgut Özal Beylerle Silm diye bir şirket kurduk. Özal siyasete girdikten sonra o ticaret işlerini de bıraktık.
Fethullah Gülen Yaşar Tunagür'ü Anlatıyor
Fethullah Gülen Hocaefendi, Yaşar Tunagür'ün Edirne'ye gelişini, Edirne'deki genel duruşunu ve oradaki beraberliklerini şöyle anlatıyor:
Yaşar Hoca 27 Mayıs 1960 ihtilalini yaşadığı Balıkesir müftülüğünden sonra bir manada sürgün olarak Edirne'ye gelmişti. 36-37 yaşlarındaydı. Ben daha askerlik yapmamıştım. Siyah sakallı genç bir müftü olarak tanınmıştı. Gezişi, oturuşu, kalkışı, yürüyüşü gayet onurluca, vakur bir tipti. Çevresinde mehabet ve saygı hâsıl ediyordu; hem de kendisini sevdiriyordu.
Açık, net ve cesurca konuşuyordu. Entellektüel bir yanı vardı. Üzerinden bir ihtilal geçmiş. Bir ihtilalin mağduru idi. Edirne'ye sürgün gibi gönderilmiş[1]. Fakat hiçbir şey olmamış gibi yine düşüncelerini cesurca ifade ediyordu. Bana göre tam bir entellektüeldi. Bir şeyler biliyordu. Elitti fakat aynı zamanda bu düşüncelerini rahatlıkla ifade edebiliyordu. İstanbul'da doğmuş büyümüş bir İstanbullu idi. Bir Beşiktaş beyefendisiydi.
Onda ciddi bir peygamber sevgisi görüyordum. Dolu dolu gözlerle anlatıyordu. Ve bana göre aranan bir vaizdi. Ben büyüklerden çok nadir öyle bir iki insana rastladım. Fakat o yaşta o kadar coşkun, o kadar heyecanlı ve heyecanlarını aynı zamanda dengesiyle, aklıyla, mantığıyla dengeleyebilen, frenleyebilen bir insandı.
Yaşar Tunagür Hoca'mdan önce Ali Sarımsak adında bir müftümüz vardı. Kendisi Karadenizli idi. Birgün bir imam arkadaşla birlikte müftülükte oturuyorduk. Bir cemiyet-i sırriyeden bahsedildi. Türk toplumunu öteden beri temelden dinamitlemiş bir yeraltı dünyasından bahsedildi. Müftü orada mümaşat yaptı. Gençti biraz, benden yaşlıydı ama genç görünüyordu. Orada otururken o imama "Efendim o cemiyet-i sırrıye eskiden öyle olabilir, fakat şimdi öyle değil" dedi. İmam da çok fütursuz, valiyle çok rahat konuşuyor yani. Bakan gelse onun ayağına gider. Öyle bir imamdı. Kadimden gelen bir kredisi var. Müftü mümaşat yaptı, bir şeyler attı tuttu. Benim çok canım sıkıldı bu duruma. Ben de çocuk yaşta biriyim, heyecanım ve hafakanlarım yüksek. "Vallah o cemiyet-i sırrıyenin Allah eskisinin de yenisinin de belasını versin" dedim. Müftü efendinin de sıkı irtibatı varmış o cemiyet-i sırrıye ile. Çok bozuldu bir şey diyemedi, yakama yapışacak hali de yoktu, yapışamazdı zaten. Dolayısıyla içinde bir iğbirar[2] oluşmuş. Bu hadise üzerine beni valiye tam gammazlıyorlar. Valinin yanına sıkça gidip geliyordu.
Yaşar Hoca geldikten sonradır ki, himaye gördüm. O bir parça hakkımdaki menfi düşünceleri tadil etti. Yaşar Hoca valiyle ve diğer üst seviyedeki bürokratlarla iyi görüşürdü. Onlarla hemen kaynaşmasını bildi. Selimiye'de yaptığı vaazlarda etkili oluyordu. Kısa zamanda büyük bir cemaat topladı. Edirne'nin İslam'a karşı yumuşamasında onun hizmetleri inkâr edilemez. İhtilalden sonra sürgün olarak gelmişti. Fakat halk Yaşar Hoca'ya fevkalade rağbet ediyordu. Ben Üç Şerefeli Cami'de vaaz eder, hutbe dinlemeye Selimiye'ye giderdim.
Onun yaptığı o coşkun konuşmalar, o güne kadar duyduğum en içten ve en samimi konuşmalardı. Hutbelerinde muhakkak sahabeden örnekler verirdi. Ben zaten sahabe aşığı idim. Bu da beni onu dinlemeye koşturan sebeplerden biriydi.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Yaşar Tunagür'ün Diyanet İşleri Başkan vekili olarak Ankara'ya gidişini ve oradaki konumunu şöyle özetliyor:
Yaşar Hoca Ankara'da Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına getirilmişti. Cesurdu, öne çıkmıştı. Her dediğini yapıyordu. İsabetli şeyler yapıyordu. Bundan ötürü bazı hazımsızlıklar da oldu kendisine karşı. İlahiyat kökenli olmadığından dolayı bazıları aleyhinde fırtınalar kopardılar. "İlahiyatçı olmayan bir insan nasıl reis muavinliği yapıyor" diye o dönemde -çok az insan müstesna- teşkilat aleyhine döndü.
Yaşar Hocanın saygın bir yanı vardı. Birinin kapısına vardığında kapıyı açıyorlardı. Yüzüne baktıkları zaman "buyurun" diyorlardı. Ben başka bir Diyanet İşleri başkanında görmedim onu. Refet Sezgin[3] Bey bakandı. O, hocanın arkasında Diyanet İşleri başkanlığında kamet getiriyor, seccade üzerinde çıplak ayaklarıyla "Allahu ekber Allahu ekber" diyerek Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı'nın arkasında namaza duruyordu. Bunlar çok önemli şeylerdir. Bir kabuldür bu. Bakan "Ben bakanım, benim bir müdür muavinim, genel müdür muavinim falan filan" der ona göre bakar, ona göre iltifat eder, fakat hoca öyle ruhuna nüfuz etmişti ki, Yaşar hocanın gözünün içine bakıyordu.
Sosyal yönü itibariyle açık bir insandı. Mutlaka İslami hayâ ve edebi vardı. Fakat gerekli durumlarda bazı şeyleri söylemekten de sıkılmazdı. Tahayyülleri neyse tasavvura dökebilirdi onu. Tasavvurları neyse onu filtresiz taakkulla değerlendirebilirdi. Ve aklıyla değerlendirdiği her şeyi hemen tekellüme (konuşmaya) dökebilirdi, konuşabilirdi. O yönüyle de çok ender insanlarda bulunan çok meziyete haizdi.
Yaşar Hoca, okumuş bir insandı, okuduğu kadar bilgisi de vardı. Kendisini ifade edecek kadar ifade kabiliyeti olan bir entellektüeldi. Bu açıdan bulunduğu her yerde hemen herkesle münasebeti vardı. İnkılâpçı bir adamdı, Aksekili (Ahmet Hamdi Akseki) gibiydi, cesurdu. Kanunların böyle herkes tarafından anlaşılmayan yanlarını, püf noktalarını çok iyi değerlendirir, dediğini yapardı orada.
Diyanet'te bulunduğu sırada birçok insanla temas kurdu. Turgut Özal'la tanışıklığı eskilere dayanıyordu. Devlet Planlama'da çalışan Turgut Özal'la birlikte pek çok arkadaşla, çoklarıyla da tanışıklığı vardı. Ve sadece onunla değildi, üniversite camiasından, daha sonra Korkut beylerle, Osman Çataklı'yla belli ölçüde muarefeleri vardı. Kimle temas ederse kendisini sevdirirdi.
[1] 27 Mayıs 1960 ihtilalinde Balıkesir'de müftü olan Yaşar Tunagür, ihtilalden sonra 1960 Ekim ayında Edirne'ye sürgün olarak gönderildi.
[2] Kırılma, gücenme, dargınlık.
[3] Refet Sezgin 1925'te Bitlis'te doğdu. Babasının adı Mirza Efendi'dir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Hukuk müşaviri, savcılık, hâkimlik ve serbest avukat olarak çalıştı. 1, 2, 3, 4. dönem Çanakkale Milletvekili olarak Meclis'e girdi. Almanya'da ilmi araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Fuat Sezgin'in kardeşidir.Cumhuriyet Senatosunda Çanakkale üyesi olarak 14 Ekim 1979 ila 12 Eylül 1980 arasında görev yaptı. Devlet Bakanı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yapan Refet Sezgin 4 çocuk babası idi. 12 Kasım 1992'de vefat etti.
© fgulen.com. Her hakkı mahfuzdur. Site kaynak gösterilmeden iktibas edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
- tarihinde hazırlandı.