Merhum Alvarlı Efe Hazretleri
Alvar İmamı hakkında
Alvarlı Efe Hazretleri 12 Mart 1956'da Erzurum'da vefat etti.
Hace Muhammed Lûtfi (Alvarlı Efe Hazretleri) 1868 yılında Erzurum'un Hasankale'ye bağlı Kındığı köyünde dünyaya geldi. Pederleri Hace Hüseyin Efendi, valideleri Seyyide Hatice Hanım'dı. Tahsilini başta pederi olmak üzere devrinin şöhretli âlimlerinden tamamlayarak icazet aldı ve 1889'da Hasankale'nin Sivaslı Camii'ne imam oldu. Aynı yıl pederleri ile birlikte Bitlis'e giderek Hace Muhammed Pir-i Küfrevi Hazretleri'nin mümtaz bir halifesi olarak Hasankale'ye avdet etti. Buradan Erzurum'un Dinarkom köyüne gitti ve orada Birinci Cihan Harbi'ne kadar kaldı. Bilahare vazifesini Yavi nahiyesine oradan da ana vatanı olan Hasankale'ye nakletti. Kendisine Hasankale Müftülüğü teklif edildi ise de kabul etmedi. Hasankale'ye bir saat mesafede olan Alvar köyü halkının istirhamı üzerine oraya giderek bu köyde yirmi dört sene vazife yaptı. 1939 yılında tedavi için Erzurum'a gitti. Mehdi Efendi Mahallesi'nde bir evde ikamet ederek 16 sene de burada olmak üzere 88 senelik ömrünü insanlığa ve İslamiyet'e adadı. 12 Mart 1956 tarihinde vefat etti. Nâşı Alvar Köyü'nde pederleri Hüseyin Efendi'nin yanına defnedildi. Vefatının 51. yılında Alvarlı Efe Hazretlerini rahmetle anıyoruz.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin dilinden Alvar İmamı
Alvar İmamının vefat ettiği sıralarda Fethullah Gülen Hocaefendi henüz 16-17 yaşlarında Erzurum Kurşunlu medreselerinde talebeydi. Hayatında derin izler bırakan Alvarlı'yı, Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle anlatıyor:
Ailemin dışında benim üzerimde Alvar İmamı'nın tesiri çok büyüktür. Hüsn-ü teveccühte bulunmam için lazım gelen bütün şartlar hazırdı. Dayım, adeta o ismi besmelesiz ağzına almıyordu. Teyzem o iklimin delisiydi. Babamın, annemin ciddi bir bağlılığı vardı. Benim o zatla bütünleşmem için bütün sebepler ortadaydı.
Sözün tesiri için bu çok önemlidir. Onun için, Alvar İmamı'nın ağzından çıkan her kelime bana, başka bir alemden akıp gelen ilhamlar şeklinde görünüyordu. Yani, o konuşurken biz, yeni şimdiye kadar yere inmemiş bir kısım semavi şeyler dinliyor gibi kulak kesiliyor ve böyle bir atmosfer içinde dinliyorduk. Belki bu söylediklerim o gün için, tesir yönüyle bu kadar netleşmemişti ve ben çocukluğumda bu kadar net bir düşünceyle onu dinlememiştim. Fakat vicdanım bir lahutilik karşısında olduğunu her zaman hissetmişimdir.
Alvar İmamı Hazretlerini ne zaman tanıdığımı söyleyemeyeceğim. Zira hayata gözlerimi açtığım zaman, O'nun ağzının şerbetine susamış pek çok gönül gibi, peder ve validemi de o dupduru kaynağın başında buldum. O'nu idrak ettim diyemem; çünkü O, ötelere göç ettiği zaman, ben hayatımın henüz, on altıncı yılının yamaçlarında dolaşıyordum. Buna rağmen ilk şuur ve ilk ihsaslarıma seslenen bir ruh olması itibariyle, benim o idrake kapalı yaşım, başım ve istidatlarımdan daha ziyade, O'nu yine O'nun tenezzüllerinde yakaladığımı, tanımaya çalıştığımı ve bugünkü, seziş, duyuş ve hissedişlerimi o günkü ihsaslarıma borçlu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.
O'nu, soyunun ismetini, mânâ ve ruh kökünün asaletini aksettiren mehib bir sima olarak tanıdım ve o çocukluk ihsaslarımla, aydınlık çehresinden aslına ait çizgileri ayıklamaya çalıştım: Acaba bu vakar, ciddiyet ve mehabet insanı, hangi yanlarıyla daha çok, o şeref-i nev-i insan ve ferid-i kevn u zaman (Aleyhi ekmel-üt taha) Efendimize benziyordu. Kaşıyla mı, gözüyle mi, yüzüyle mi?.. Bu deruni hisler içinde O'na hayranlık duyar, O'nu kendi ötesinde arar ve O'nu hakikat-ı insaniyesi içinde yakalamaya çalışırdım. Bunlar bende bir kısım çocuksu hislerdi.. O'nun cazibe-i kudsiyesi ve benim şuuraltı müktesebatım sık sık kesişir, kuşaklaşır ve bana rengarenk anlar yaşatırlardı.
O'nun, çocukluğumun başına konmuş büyük bir iltifat sayacağım "Talebem" sözüyle her başımı okşadıkça, o günkü hislerimle kendimi sağlam bir emniyet noktasına dayamış hisseder, ruhumu bir inşirahın sardığını duyardım. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, hala O'nun ipekten ellerini kulaklarımda hisseder, hala "Kulaklarını biraz yumuşatayım da zekan açılsın" dediğini duyar gibi olurum. Hususiyle O'nun aydınlık ikliminden ayrılıp Arapça okutan bir başka Hocaefendi'nin yanına gitmeye karar verdiğim zaman, huzuruna celbedip, kendine mahsus, insanın içine ürperti salan, o lahuti soluklarıyla "Gitseydin vallahi de, billahi de, tallahi de parça parça olurdun" dediğini hala ruhumun derinliklerinde duyar ve irkilirim. O şahabet nedendi? Niçin öyle demişti? Neden o zattan uzak kalmam mevzuunda bu kadar şiddetli tembihlerde bulunmuştu? Bunları bugün dahi vuzuhuyla anlamış değilim.
O, anlayabildiğim ölçüler içinde büyükçe yaşadı; ama katiyen debdebeye düşmedi, Hakka kurbiyet dairesinde dönüp durdu; fakat hiç mi hiç ihtişama ve alayişe yüz vermedi. Adeta bir huma kuşu gibi gölgesi vardı kendisi yoktu.
O, akıl gözünü doğru düşünce ile birleştirmeye muvaffak olmuş ve kalb-kafa izdivacı gibi çok az talihlinin ulaşabildiği bir noktada Kutup bir insandı.
Burada söylemeden geçemeyeceğim, bir isim de Vehbi Efendi'dir. Yaş olarak Alvar İmamından büyüktür ve onun öz kardeşidir. Ancak onda sûkutilik daha hakimdir. Derya bir insandı. Baş okşamalarından değişik şekildeki latifelerine kadar onun da insan ruhunda meydana getirdiği dalgalanmalar olurdu.
O, en kötü dönemde, en ağır şartlar altında kimseye "pes etmeden" ve hiçbir şeye takılıp kalmadan medrese ilimleriyle tekkenin aşk ve şevkini te'lifi başarmış çok nadide temiz soluklardan biriydi. Himmetindeki yükseklik ve iradesindeki bu derinlik sayesinde, bizlerle ilkler arasındaki mesafeyi bir ölçüde kapamaya muvaffak olmuş ve arkadan gelenlere zemin hazırlamıştır. O hep himmeti âli olarak yaşadı ve himmeti de insanımızın kendi dünyasına, kendi kültürüne uyanması istikametindeydi.
Evet, bir taraftan lâubâlilerin, başıboşların iplerini çekiyor; onlara çizgilerini ve çizilerinde derinleşmeyi gösteriyor, diğer yandan da eski sistemde İslâmî ilimlerle meşgul olanları, âdeta herkesin sofrasına ilâhî vâridattan bir şeyler atarak, hemen her kesimden rûhaniyâttan esintiler meydana getirmeye çalışıyordu.
Bütün hayatı boyunca bu ikinci dirilişin rüya ve hülyalarıyla yaşadı. O ve emsalinin samimi gayretleri sayesinde bu çorak ülke ve bu düşkünler diyarında çok şeyler değişti. Karın, buzun eridiği her yanda gül bahçeleri meydana geldi.
O, ruh gücü ve yüksek himmetiyle bulunduğu muhitte bir veliler başbuğu, ledünnî bilgiyle de devrin ünlüsüydü. Eşiğine baş koyan herkesi manevî güç ve câzibesiyle büyüler, kendine çeker, sohbetine erenleri de irfanıyla mest ederdi. O, inci mercanlarla dolu bir deniz, çağıltılarla akan bir nehir ve derinlikleri herkesi düşündüren, hayrete sevk eden bir girdap gibiydi. Bu gün O'nun hayat çeşmesinden kana kana içip ölümsüzlüğe eren nice kimseler vardır ki, aradan bunca yıl, bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, ruhlarında hala O'nun hayatbahş olan soluklarını duyar gibi ürperirler...
Ey yaşadığı devrin şerefi ve bezmine ermişlerin gözünün aydınlığı mübarek ruh! Seni tamamen idrak etmesek bile, kulak ve kalplerimizin senin incilerine sedef olduğunda şüphe yoktur. İlk defa gönüllerimizin işini pasını silen sen oldun! "Buyurun" diyen sen oldun! Ruhlarımıza saldığın nurlar sayesinde gözlerimiz açıldı ve öteleri hecelemeye başladık. Nesillerin gönlü ve talihi boş olduğu bir dönemde âvazın ulaştığı yerlere kadar âdap ve erkanı Sen duyurdun! Sesini duyanların tâlileri ak çehren gibi kutlu, iç dünyan gibi de mutlu oldu.
"Essebebü kel-fâil" sırrınca senden hız alan nesiller hasenat işledikçe defterlerinin hasenât hânesine yümünler, bereketler akıp duracaktır. Dünya durdukça bereketi devam etsin!."
Alvar İmamı, Fethullah Gülen'in okumasına teşvikçi oldu
Fethullah Gülen Hocaefendi, Hasankale'de bulunan Hacı Sıtkı Efendi'den tecvit ve kıraat (usul ve kaideleriyle Kur'an okuma) dersleri aldı. Dört yaşında başladığı Kur'an-ı Kerim'i 12 yaşındayken hıfzederek 1951 yılında hafızlığını tamamladı. Köyde bir ara boş kalan Fethullah Gülen, Alvar İmamı'nın teşvikiyle 1952 yılı kış aylarında Erzurum'daki Kurşunlu medresesine okumaya gönderildi. Burada Alvar İmamının torunu Sadi Efendi ders vermekteydi. Fethullah Gülen Hocaefendi, 1956 yılında Alvarlı hazretlerinin vefatına kadar Sadi Efendi'nin yanında kaldı. Bu arada değişik medreselerden de ders aldı. Hocaefendi o günleri şöyle aktarıyor.
Babam, benim durumum hakkında bir müddet karar veremedi. O düşünme ve teemmülünün sebebini bilemiyorum. Ben bu arayı yine çeşitli kitaplar okumakla geçirdim. Daha sonra Alvar İmamı babama "Bunu mutlaka okutalım" demiş. Ve beni Alvar İmamı'nın torunu, yaşça benden 5 veya 6 yaş büyük Sadi Efendi'nin[1] yanına verdiler.
Sadi Efendi temiz ve mazbut bir insandı. Ancak yaşı çok genç ve tecrübesizdi. Beni baştan başlattı. İki buçuk ay içinde Emsile, Binâ ve Merah'ı metin ezberleyerek okudum. Daha sonra İzhar'ı bitirdim. Kafiye okutmaya lüzum görmedi ve benden bir sene önce gelmiş talebelerle Molla Camiye başlattı."
Erzurum'da medresede bulunduğum sırada Alvar'a da gidip geliyordum. Hatta bir defasında Alvar İmamı'nı ziyarete gitmiştim. Yanında eşraf ve zenginlerden sekiz-on kişi vardı. Onlara "ben şimdi talebeme sorular soracağım; eğer hepsini bilirse onar lira vereceksiniz" dedi. Sonra da Molla Camiden hep bildiğim yerleri sordu. Bu Alvar İmamının bir kerametiydi. Sonra da oradakiler bana onar lira verdiler. Tabii ki o sıralar bu büyük para. Bir Reşat Altını'nın yirmi lira olduğu devreler. Alvar İmamı bana kaç liram olduğunu sordu. Ben miktarı söyleyince, o kendine mahsus tebessümüyle "O para çok. Ben o parayı Osman Efendi'ye vereyim de Medreseye yiyecek alsın" dedi. Bana hiç para kaldı mı kalmadı mı bilmiyorum..
Nasara döverse darabe ne yapmaz ki!
Fethullah Gülen Hocaefendi medreseye gittikten sonra Alvarlı hazretleri ile ilgili başından geçen bir hatırasını da şöyle anlatıyor:
Bir hafta içinde emsileyi birkaç fiille ezberlemiştim. Hocam Alvar İmamı'nın torunu olduğundan onun medresesine büyük hocalar da ziyarete gelirdi. Emsileyi yeni bitirdiğim günlerden birinde bu hocalardan biri bana "Nasara"yı sordu. Ben de heyecanla "Dövdü bir gaib er" deyince güldüler.
"Oğlum, dedi, biri, Nasara döverse, Darabe ne yapmaz ki?" Bu çocukluk hatıramı hiç unutamam.
Talebeliğimin hepsini toplasanız iki sene ancak yapar. O devrede talebeye i'lal idgam ezberleterek vakit israf ediliyordu. Ve ciddi rehberlik yapan da yoktu. Edirne'ye gittiğimde birisiyle Buhari okudum.
Bende Kastalani vardı. Döndüğümde hocama söyledim. Bana: "Sen kim Buhari okumak kim?" dedi. Tabii, hocanın kendisi de Buhari okumamıştı. Fakat Fıkıh'ta Üstad diye bilinirdi. Herkes fetvayı ondan alırdı.
Derslerime intizamlı çalışırdım. Çok az uyur, gecelerimi ders çalışarak geçirirdim. O sırada başka imkan da olmadığı için aydınlanma işini ancak mumla temin edebiliyordum. Hoca, ben farkında olmadan, gelir geceleri beni kontrol edermiş. Ve beni hep böyle ders başında gördüğünden de memnun olurmuş..
"Alvar İmamı vefat ettiğinde köydeydim"
12 Mart 1956'da Alvarlı hazretlerinin vefat ettiği gün köyde bulunan Fethullah Gülen, o günkü hatıralarını da şöyle ilave ediyor.
Hayatımın en sarsıcı hadiselerinden biri de Alvar İmamı'nın vefatıdır. O gün (12.03.1956) ben de Alvar'da bulunuyordum. Hatırladığıma göre kuşluk vaktiydi. Salondaki sedirin üzerinde uzanmış, istirahat ediyordum. Birden hafiften bir ses duydum. Buna ses değil çığlık demek daha doğru olurdu. Kulağımı uğuldatan bu çığlık "Efe öldü" diye bağırıyordu.
Hemen yerimden fırladım. Ceketimi elime alıp koştum. Efe Hazretlerinin evine doğru yaklaştıkça, acı gerçeği anladım; Efe hakikaten ölmüştü. Çünkü çevre komşular hep evin etrafına toplanmışlar ve insanlar mendil tutmaca ağlıyorlardı.. Dünya, yeri doldurulamayacak bir boşluk daha görecek ve Efe'nin ölümüyle bu yaşlı ana bir defa daha inleyecekti. İnleme ve ağlamalar günlerce aylarca sürdü. Sessiz ağlayışımız ise hâlâ devam etmektedir.
© fgulen.com. Her hakkı mahfuzdur. Site kaynak gösterilmeden iktibas edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
[1] 1955-56 yıllarında Fethullah Gülen'in talebelik günlerinde Erzurum'da hocası olan ve "Sadi Efendi" diye bilinen Alvarlı Efe hazretlerinin torunu Sadi Mazlumoğlu 1 Mart 1996'da vefat etti..
- tarihinde hazırlandı.