Kur’an’ı anlamak için meal yeter mi?
Çocukluğundan itibaren hayatını Kur’an’ı anlamaya ve anlatmaya, yaşamaya ve yaşatmaya adayan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yazılı, sözlü, fiilî bütün eserleri bu amaca hizmet etmektedir. Bu meseleye dair sohbetlerinden biri olan 9 Eylül 2013 tarihli “Kur’an-ı Kerim’in Anlaşılması, Mealler ve Tefsirler” başlıklı Herkül Nağme sohbetinde Fethullah Gülen Hocaefendi, Kur’an’ın bütününe vâkıf olabilmek için Kur’an’la çok meşgul olmak, en azından her gün bir cüz okumak gerektiğini; Arapça bilmeyenlerin Kur’an’ı anlayabilmeleri için meal okumalarının yetmeyeceğini, tefsir okumaları gerektiğini; Kur’an’a düz kelime anlamlarıyla mana verilirse maksadın ifade edilemeyeceğini, mana verirken açıklamalar yapılması gerektiğini ifade ediyor:
“Cenabı Hak’tan öyle çok istemek lazım; Kur’an’ı baştan sonuna kadar bütünüyle görmeye muvaffak kılsın. Bu, zahiri esbap açısından Kur’an’la çok meşguliyete bağlı. Yani laakal her gün bir cüz okuma gibi. Hatta daha ileri. Benim dedem, anne tarafından dedem, (annemden dinlemiştim birkaç defa, ben kendim de yanlarında kaldığımda dayımların evinde görmüştüm) üç günde bir hatim ediyordu. Üç gün bir hatim, üç gün bir hatim… Tabi işi gücü bırakmak lazım, yani her gün on cüz okumak lazım. On cüz beş saatte okunabilir.
Dili içimizden söküp atınca, Arapça deyince, bir de uzun zaman bir yabancılık yaşayınca, bizim toplumumuz Kur’an bilmiyor. Ramazan’da mukabele okuyorlar; ama Kur’an bilmiyorlar. Ramazan’da mukabele okumak demek değil. O ilahi mesajın her kelimesi çok önem arz ediyor gibi üzerinde öyle durulmalı.
Kur’an’ı kendi hususiyetiyle ele almak lazım. Mana verirken öyle parantezle aralara girmede mahzur yok. Çünkü bir taraftan harflerin yüklendiği manalar var. Başka bir dilde yoktur öyle bir şey. B, Min, İlâ, An, Alâ, Lam, Fî, Kef, Hattâ… Bunlara yüklenen manalar başka bir dilde yoktur. Bu harflerden her birerlerine farklı manalar verilmiş. Mesela ‘ilâ; intiha-yı gaye’ denmiş. İşte siz parantez açarak bunları ifade etmezseniz o harflerin yüklendiği manaları atmış olursunuz. Müstetbeatü’t-terakib’in (umum hey’et ve terkibin ifade ettiği tali derecedeki manalar) ifade ettiği manalar vardır. Bunları siz araya sıkıştırmazsanız bunları atmış olursunuz. Aynı zamanda orada o mazmun hangi konuyu tahlil ediyorsa ona göre orada mutlaka araya bir şeyler düşmeniz lazım. Onu o dili çok iyi bilenler kullandıklarından dolayı anlayabilirler. Herkes de anlar mı, avam da anlar mı, anlamaz mı ilahi kelamı?
Mutlaka insanların anlayabileceği şekildedir Kur’an-ı Kerim. ‘Tenezzülâtü’l-ilahiyye ilâ ukûli’l-beşer, ilâ idraki’l-beşer’ (Kur’an, tenezzülât-ı ilahiye ile beşer aklı gözetilerek nazil olmuştur.’) diyebilirsiniz. Ama yine de o Allah kelamı. Bütün çağlara hitap ediyor. Dün anlayanlar, bir şey anlamışlar, güzel şeyler. Allah Cennet’i mesvaları yapsın. Fakat daha sonra gelenler, çok şeyler, daha farklı şeyler anlamışlar. Daha sonra gelenler, çok farklı şeyler anlamışlar. Değişik funûn-ı müsbeteye de vâkıf insanlar, o ilmin onların gözlerini açmasıyla farklı bakışla çok farklı şeyler ortaya koymuşlar. Fakat İmam Şafii Hazretlerinin beyanıyla ‘seleften Allah razı olsun, halefe ne kadar çok yapacak iş bırakmış’. Evet, Hazreti Pir’in dediği gibi, zaman en büyük müfessirdir; onun dediğini de hiçbir şey neshedemez. Bu açıdan da zamanın yorumu da orda ele alınması lazım. Bütün bu argümanları yanınıza alarak bir yönüyle zihninize bir yere yerleştirerek bence o adeseyle meseleye bakmak lazım. Size çok farklı şeyler ifade eder. Bunları da böyle düz kelime manalarıyla ifade ettiğiniz zaman ifade edemezsiniz, Kur’an’a karşı saygısızlık olur. Hem de bu yapılan meallerle avam halkın (avam dediğim benim yani ciddi ilahiyat eğitimi görmemiş insanları kastediyorum) kafaları karışır.
Meal okumalarını tavsiye etmiyorum. İmkanı varsa Hamdi Yazır’ın tefsirini okusunlar. Kur’an’ın içlere inşirah verecek şekilde anlaşılması çok önemli. Kelamullah. Sahibine saygının ifadesidir. Bir de onunla bize ifade edilmek istenen mesajın bize ifade ettiği manaya saygının ifadesidir.”
Kur’an nasıl anlaşılır?
Kur’an’ın nasıl anlaşılabileceği meselesi Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinde çok önemli ve çok geniş bir yer tutmaktadır. O, muhtelif eserlerinde, Kur’an’ın tercümesinin mümkün olamayacağını, meallerin de yetersiz kalacağını; Kur’an’ın anlaşılması için tefsirlerin okunması gerektiğini; ancak tefsir okumaya vakit, imkan ve fırsat bulamayanların Kur’an’dan tamamen habersiz kalmamaları için (motomot çeviriden ibaret sığ meal değil) açıklamalı meal okumalarının faydalı olacağını belirtmiştir:
“Allah bu emirle ne demek istiyordu? Bu fermanıyla kastı neydi? Ancak böyle derin tefsirlere girilince o incelikler anlaşılabilir. Defaatla tekrar ettiğim gibi bir kere daha tekrar ediyorum; meallerle tercümelerle o incelikler anlaşılmaz. Ama insanların bütün bütün yabancı kalmamaları için şerhli haşiyeli meallerle bari bu kadarcık Kur’an’ın içinde olalım. Yani cevazına bir menat, bir mesnet aranıyorsa şayet, işte o kadar. Yoksa enginliğiyle derinliğiyle o Kur’an-ı Kerim’in mütalaa edilmesi lazım.” (“Ramazan ve Kur’an”, Bamteli, 21.08.2009)
Mealler okunmalı mı?
“Allah kelâmında her zaman, insan aklına, insan idrakine tenezzül söz konusudur. Ancak bu, dağdaki çobanın da Kur’ân’ı istenen ölçüde anlayabileceği ma’nâsına da gelmez. Belki sadece, herkesin kendi seviyesine göre Kur’ân’dan istifade edebileceği gerçeğini dile getirir. Ayrıca burada, önemli bir hususa da dikkat etmek gerekir. Her insanın Kur’ân’dan istifadesi, biraz da onun istifade tekniğini bilmesine bağlıdır. Başta, Kur’ân’dan tam istifade edebilme tekniği ile alâkalı şu husus zikredilebilir. Arapça bilenler yılda en az birkaç kere Kur’ân’ı iyi hazırlanmış meâllerden takip etmeli ve eski malumatlarını taze tutmaya çalışmalıdırlar. Arapça bilmeyenlere gelince, ben şahsen onların meâl okumalarını tavsiye etmem. Onlar, Kur’ân’ı mutlaka tefsirlerden öğrenmeye çalışmalıdırlar. Günümüzde yazılan Türkçe birçok tefsir var. Bunlardan akide bakımından sağlam ve Ehl-i Sünnet görüşünü tam aksettiren herhangi bir tefsiri okumakla, zannederim Kur’ân’ın muhtevası hakkında, belli ölçüde de olsa, bilgi edinmek ve malumat sahibi olmak mümkün olur. Eğer, Arapça bilmeyenler, tefsir okuyacak kadar vakitleri yoksa, benim tavsiyem, en azından Hasan Basri Çantay’ın meâli gibi açıklamalı bir meâl okumalıdırlar. Aksi halde eldeki meâllerle yetinmeleri onları aç-susuz bırakacağı gibi bir kısım şüphelere de atabilir. Hele, Kur’ân’ı okudukları meâllerden ibaret zannedenler için, böyle bir meâl okuma, Kur’ân’la hiç ilgilenmemeden daha tehlikelidir. Arapça bilenlerin meâl okumalarında ise, böyle bir tehlike söz konusu olmasa gerek; çünkü onlar, dil bakımından ellerindeki meâlin eksikliğini görebileceklerinden, ihtimal daha az aldanacaklardır. Konuyu hülasa edecek olursak: Ben, belki şimdiye kadar söylenenlerin aksine, Kur’ân meâli okumayı, Arapça bilenlere tavsiye ediyorum. Arapça bilmeyenlerin ise, Kur’ân’ı, meâllerden daha geniş bir perspektifle ele almaları gerektiğine inanıyorum.” (Fasıldan Fasıla-2, s.117)
Kur’an’ın doğru anlaşılması
“Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması için, onu Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğinde okumak gerektiği gibi, ayetlerin tesbitinden onların hakiki manalarının tayinine kadar pek çok meselede o ilk safı teşkil eden ve ilahî takdire mazhar olan Ashab-ı Kiram’ın mutabakatlarına ve onların tefsirlerine vâkıf olmak da lazımdır. Kalbleri tir tir titreyerek, Allah’ın kelamından O’nun muradını anlamaya çalışan Sahabe efendilerimizin, üzerinde icma ettikleri meseleleri ve kıyas neticesinde ortaya koydukları hükümleri iyi bilmek icap etmektedir.
Ashab-ı Güzîn’den sonra da ilk asırlardaki selef-i salihîn efendilerimiz, zamanın değişmesiyle ortaya çıkan hayatla alâkalı boşlukları çeşitli istinbatlarla doldurmuşlardır. Duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle İlahi Kelam’a mürâcaat eden bu rabbânîler, icmâ ve kıyas sayesinde, dinin kendi gücünü bir kere daha ifade etmesine zemin hazırlamışlardır. Zamanı, konjonktürü ve değişen şartları gözeterek, içtihada ve istinbata açık yanlarıyla İslam’ı içinde yaşadıkları asrın idrakine göre daha bir gür sedayla seslendirmişlerdir. Bu açıdan da, biz Asr-ı Saadet’ten bugüne dek selef-i salihînin üzerinde hassasiyetle durduğu, yaşadığı, koruduğu, salıkladığı ve sonraki nesillere emanet bıraktığı müslümanlıkla müslümanız elhamdülillah.
Tabii ki, sathî de olsa bir malumat edinmek, belli mülahazaları öğrenmek ve zor anlaşılan bir kısım ifadelerle alâkalı bazı ipuçları elde etmek için Yüce Kitabımızın açıklamalı bir mealine müracaatta bulunmak her zaman faydalı olur. Selim akıl, selim his, selim kalb ve temiz vicdan sahibi bir insan tarafından hazırlanan böyle bir meâl, Kur’ân etrafındaki şüphe fırtınalarına ve vesvese rüzgarlarına karşı bir sera vazifesi görebilir. Fakat, hiçbir meal Kur’ân’ı bütün manaları, mazmunları ve muhtevası ile ihata edemez. Meallerden, şerhlerden, tevillerden ve tefsirlerden faydalanılır, ancak bunlar İlahi Kelam’ın yerine konamaz; dahası, Kur’ân sadece onlarla yeterince anlaşılamaz.
Goethe’nin Faust’unu ilk okuduğum zaman neredeyse hiçbir şey anlamamıştım; hatta o eserde bir derinlik göremediğim için bu meşhur edibin koca bir dünya tarafından takdir edilmesine de şaşırmıştım. Ne zaman sonra Ord. Prof. Sadi Irmak’ın şerhini de ihtiva eden bir Faust tercümesi okuyunca, işte o vakit bazı ifadelerdeki enginliği bir nebze kavrayabilmiştim. Şimdi şöyle bir düşünün; Goethe kim, Shakespeare kim, Tolstoy kim? Nihayet bunlar birer beşer; onların eserleri Kelâm-ı İlâhî yanında ne ifade eder ki? Fakat, asıllarıyla aynı manayı ve tadı verecek şekilde onları dahi tercüme etmek mümkün değildir. Bir de söz konusu Allah Kelamı olunca, onu topyekün mana, mazmun ve muhtevası ile aksettirecek bir tercüme yapmak bütün bütün imkansızdır. İşâratü’l-İ’caz ve Yirmibeşinci Söz gibi eserlerde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’in o kadar vücuhu ve öyle enginlikleri vardır ki, tercüme sayesinde onların tamamını ortaya koyabilmek muhaldir. Bu açıdan da, Hazreti Üstad’ın dediği gibi, ‘Kur’ân’ın hakikî tercümesi kâbil değildir; lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mucizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunamaz!” (Kur’ân Müslümanlığı mı?”, Kırık Testi, 03.12.2007)
Kur’an, mealle ifade edilemez
“Kur’ân-ı Kerim’in lâfızları, Üstad’ın tabirine göre, bir urba değildir. O lâfızlar cilttir, deridir. Onu soyduğunuzda, muvakkaten bir tazelik hissetseniz de, bu uzun sürmeyecek; sevimsiz bir hâl alacak, sizi ürkütecek, kaçıracak ve nazarınızda fevkalâde sevimsiz görünecektir. Hattâ denebilir ki tercüme meraklılarının gizli niyetlerinde, Kur’ân-ı Kerim’in o sihirli derinliklerini sığ göstermek ve bu kabil tercümelerle onu avamîleştirip milleti ondan soğutmak için bir kasıt, bir gâyenin var olduğu her zaman söylenebilir. Kur’ân, mealle ifade edilmesi şöyle dursun, Allame Hamdi Yazır’ın tefsiri gibi en müdekkikâne eserlerde bile -hiç mübalağa yapmadan söyleyeceğim- Kur’ân’ın semâvîliğinin yarısından çoğu gitmiştir. Bana göre bu yine de iyimser bir yaklaşımdır. Onun, doğrudan doğruya Allah kelimeleri ile ifade edilişinde, tarifleri aşan ve zevk edilip ama söylenemeyen öyle füsûnlu bir buudu vardır ki, ne zaman o kendi diliyle ifade edilse insan büyülenir.
İşte bu enginlikteki Kur’ân’a elbetteki âlimler doyamayacaktır. Hangi âlimler? Kur’ân’ın ulûm-u diniye ve fünûn-u müsbeteye taallukunu, zâhirini, bâtınını, şücûnunu, ğüsûnunu, kalbin, vicdanın, sırrın, hafînin, ahfânın esrarını, eşyanın perde önünü perde arkasını, mülkü, melukûtu bilecek ve nazarını şehadet âlemi ile gayp âlemi arasında gezdirebilecek âlimler. Evet, Kur’ân-ı Kerim’i sürekli tahlil eden, her zaman onun engin ufuklarında dolaşıp duran kalb ve kafa insanları kat’iyen ondan doymazlar.” (“Efendimiz’in Tarifleri İçinde Kur’ân”, Prizma-4)
Kur’an’ın tercümesi mümkün değildir
“Aslında onu (Kur’ân-ı Kerim’i), bir tefsir, bir te’vîl veya geniş bir mealle herkese duyurma bu işin uzmanları için bir vazife; ona karşı kadirşinas ve saygılı olmanın da gereğidir. Ancak, sağlam bir dil bilgisine, belagat kurallarına; tefsir, hadis ve fıkıh usulü.. gibi ilim dallarına vakıf olmadan böyle bir şeye teşebbüsün de haddini bilmemezlik olduğu açıktır. O, bir romanı tercüme ediyor gibi tercüme edilemez; kaldı ki öyle basit bir konuda bile uzmanlık aranır.
Merhum allame Hamdi Yazır’a göre, aslın manasına uygun olması için, sarahatte-delalette, icmalde-tafsilde, umumda-hususta, ıtlakta-takyitte, kuvvette-isabette, hüsn-ü edada-üslub u beyanda tercüme orjinal metne müsavi ve denk olmalıdır. Aksine bu çerçevede gerçekleştirilemeyen bir çeviri tam bir tercüme değil eksik bir aktarmadır. Bu itibarla da, edibane bir üslupla ifade edilmiş herhangi bir nesir veya nazmı, o ölçüde gelişmiş bir dile -her iki dilin de inceliklerinin bilinmesi şartıyla- çeviri mümkün olsa da, hem akla, hem kalbe, hem ruha, hem de bütün hissiyata birden hitap eden ve iç içe bedii incelikleri haiz bulunan, olabildiğine canlı ve her zaman revnaktar bir eserin tam tercümesinin kabil olduğunu söylemek çok zor olsa gerek. Hele bu eser Allah’a ait, zaman ve mekan üstü derinlikleri bulunan ve bütün çağlara birden seslenen aşkın bir beyan abidesi ise.. evet Kur’ân, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, varlık kitabının ilahi bir tercümesi; tekvini emirlerin sesi-soluğu; eşya ve hadiseler çerçevesinde farklı dillerin Hak söyleyen tercümanı; dünya ve ukbanın apaçık dilli müfessiri; göklerde ve yerde gizli ilahi isimler hazinesinin keşşafı; her şeyin arka planındaki esrarın sırlı anahtarı; öteler ve öteler ötesinin bu âlemde mütecelli fasih lisanı; o pırıl pırıl haliyle İslamiyet âlem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi; ahiret âlemlerinin her şeyi gayet açık çizgileriyle ortaya koyan mukaddes haritası; Cenab-ı Hakk’ın zât, sıfât, esmâ ve bütün muallâ şe’nlerinin sesi-sözü ve en vâzıh tefsiri, en kat’i beyanı; topyekün insanlık âleminin yanıltmayan biricik mürebbisi; varolduğu günden beri İslâm âleminin havası, suyu, ziyası ve bütün âlemlerin Rabbi, Halıkı bir Zat-ı Ecell ü A’lâ’nın kelamı, fermanı, hitabıdır ki, nazmı ve manası itibariyle de pek çok derinlikleri bulunan böyle bir kitabın tercüme yoluyla başka bir dile aktarılması mümkün olmasa gerek...
Böyle bir yaklaşım, Kur’ân-ı Kerim asla anlaşılmaz şeklinde de yorumlanmamalıdır; zira her şeyden evvel o, anlaşılmak ve yaşanmak için insanlığa gönderilmiş bir kitaptır. Ancak onda öyle derin ve çok manalı elfaz, öyle çok katmanlı bir muhteva vardır ki, teker teker kelimeler anlaşılsa ve terkiplerden bir şeyler hissedilse de, kat’iyen tercümeye sığıştırılamayan pek çok ibare edalı, işaret eksenli, iktiza televvünlü ve delâlet derinlikli hakikatlerin açıkta kaldığı müşahede edilecektir.
Tercüme dediğimiz şey, mütercimin bilgisi, marifeti, idrâk ufku ve istidadı ölçüsünde bazı şeyler ifade etse de, kat’iyen Kur’ân’ı bütün derinlikleriyle aksettiremez; dolayısıyla da hiçbir meal, hiçbir te’vil ve hiçbir tefsire Kur’ân denemez...” (“Kur’an-ı Kerim ve Meâli Üzerine”, Yeni Ümit, Nisan-Haziran 2005, Sayı 68)
Kur’an’ı anlama ve ona mana verme
“Kur’an-ı Kerim’i anlamada ve ona manâ vermede, meal yazmada, lâfzın önemi inkâr edilemez. Ancak ondan daha önemli olan bir şey varsa o da, meal ve izahları, Kur’an-ı Kerim’in tamamını bilmeye bağlamaktır. Bir âyeti anlamaya ve ona manâ vermeye çalışırken, icabında Kur’an’ın tamamını göz önünde bulundurmak gerekir. Yoksa, her zaman için yanlışlık yapmak mümkündür. İkinci olarak, her âyeti, hem siyak ve sibakıyla, hem de kendi bütünlüğü içinde kavrayabilmek de çok önemlidir. Bunlardan daha önemlisi ise, vicdanın o âyeti, onun manâsını duyması ve onunla bütünleşmesidir. İşte tefsir ve meallerde eksik, fakat başarılması da zor olan budur. Bu da, rûhen, vicdanen, kalben Kur’an’la bütünleşme ve onu kendi derinlikleriyle duymakla aşılabilir. Buna muvaffak olunabildiği takdirde, lâfza motamot bağlı kalmak gerekmez. Âyetin bütünündeki manâyı, muhtevayı vermek daha güzel olur. Bu manâ ve muhteva kavrandığı zaman, onu, kendi dilimizde en güzel şekilde nasıl ve hangi kelimelerle ifade etmek mümkünse, o kelimeler, o ifadeler kullanılmalıdır.
Tefsir olmadıktan sonra, zaten bir mealde bu manâ katmanlarının ve nüktelerin hepsini vermek mümkün değildir. Âyetin bütün ruhunu, manâ ve muhtevasını, siyak ve sibakına, içinde bulunduğu metne ve Kur’an’ın bütünlüğüne uygunluk içinde verdiğimizde, en azından, bu tabakalardan ve nüktelerden birisini vermiş oluruz; verdiğimiz bu şey, hem herkesin istifade edebileceği, hem de herkes için gerekli olan manâ tabakası olur. Diğer nükteler, belki herkesi aynı derecede ilgilendirmediği için, mealden ziyade tefsire havale edilir.” (Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay)
Kur’an’ın anlaşılabilmesi için
“Kur’ân’ı bütün derinlikleriyle kavrama, aslında her mü’minin vazifesi cümlesindendir. Ancak, buna muvaffak olan insan sayısı bugün oldukça azdır zannediyorum. Kur’ân’ı, bahsi geçtiği şekilde kavrayabilmek için birçok dinamiğe ihtiyaç vardır. Bunlar arasında Kur’ân diline yani Arapçaya vakıf olmayı ilk sıraya koymalıyız. Ne var ki tek başına Arapça bilmek de yeterli değildir ve olamaz da. Kur’ân’ı sürekli kendine nâzil oluyor gibi okumak.. Hz. Muhammed (s.a.s)’i tanımak.. Kur’ân’ı tanımak uğrunda ısrarla çalışmalara devam etmek.. saffet, samimiyet ve ihlâsı hiç elden bırakmamak, esbab-ı nüzul, usul-i tefsir gibi ilimleri bilmek.. ilâhî vâridata açık bir sîneye sahip olmak.. bilinmesi gerekli şeyler arasında sayılabilir. Bu arada Seyyid Kutup, Elmalılı, Râzi, Bediüzzaman ve benzeri devâsâ şahsiyetlerin eserlerinin Kur’ân’ı kavramada bizler için çok önemli olduğuna inanıyorum. Bunlar bizim düşünme ufkumuzu açacak, yaklaşım metodolojisi gösterecek ve böylece yola başından değil de belki de ortadan girmemizi sağlayacak, zaman kaybımızı önleyecektir.” (Fasıldan Fasıla-4)
Kur’an, hazinelerini kimlere açar?
“Kur’ân’a itimat etmeniz; Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğuna inanmanız ve ona güvenmeniz; yani, sizin davranışlarınıza, hareketlerinize bağlı olarak ortaya koyduğunuz eserlerin sizin teşebbüslerinizle sâdır olmasından daha kat’î bir yakinle, ‘O Allah’ın kelâmıdır ve onun içinde her şey vardır. O ezelden gelmiştir, ebede gitmektedir’ mülâhazasıyla Kur’ân’a teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür, çok farklı duyarsınız. Bir münasebetle arz etmiştim; siz şu karşıdaki şemâile şöyle bakarsanız, bakışınızı onun üzerine yoğunlaştırırsanız, gözünüzü teksif ettiğinizde şu dış yüzünün arkasında, hemen yarım metre arkada bir tablo daha görebilirsiniz. Onun üçüncü buudunu görürsünüz. Daha bir im’an-ı nazar eder, bir arka görmeye sıçrarsanız bir buud daha yakalayabilirsiniz. Biraz daha kendinizi zorlarsanız, gözlerinizi teksif ederseniz, bir buud daha görebilirsiniz. Ve gördüğünüz buud, bir önceki buuda nisbeten biraz daha genişler, büyür, daha bir açılır hatta bu buudda okuduğunuz yazıları o perdede daha rahat okuyabilirsiniz.
İşte, Kur’ân-ı Kerim’e de, onda bir şeyler bulacağınız itimadı ve böyle ciddî bir inanmışlık içinde baktığınız zaman, başkalarının filozofça ve mütefekkirane bakmalarının çok ötesinde şeyler müşahede edebilirsiniz. Ümmî de olsanız -ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz- çok daha derin şeyler görebilirsiniz. Çok engin şeylere şahit olabilirsiniz. Kur’ân, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Kendi kıt akılları ve eksik idraklerinden dolayı Kur’ân’ı anlamayan, onun lâfızlarına takılan, i’rabında hatalar arayan, ona –hâşâ- Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’ân-ı Kerim cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan.
Evet, Kur’ân bazılarına cimri davranır; çünkü onların hakkı yoktur cömertliğe ve semâhate. Onlar semîh bir gönülle Kur’ân’a teveccüh etmiyorlar ki, Kur’ân’ın semâhat sağanağına mazhar olsunlar. İçinde bir hazine var, diye bakmıyorlar ki, onun mücevherlerini bulsunlar. Bir şeyler bulacağına inanmayan birisi, altın damarı içerisinde yürüse dahi altına rastlayamaz. Fakat hassas bir insan, bir tanecik emare görse, ne yapar eder damara yol vurup gider ve altına ulaşır.
İşte, burada da karşılıklı bir takip etme vardır. Yani, siz Kur’ân’da bir şeyler bulacağınıza inanır, onun âyetlerini hazineyi gösteren işaret taşları gibi bir bir takip ederseniz, o da sizi yakın takibe alır, hazine dairesinin kapısını açık bırakır. Neticede, onun aydınlatıcı tayfları arkasında, filozofların duymadığı şeyleri duyarsınız. Onun için, bazen bir ümmî, tekkedeki bir postnişin, İbn Sina gibi bir dâhinin duyduğunun çok üstünde duymuştur Kur’ân’ı. Farabî sizin köyün çobanı kadar duymamıştır onu. İbn Rüşd, bir fevkalâdeliği olmayan mü’min kadar iman hakikatlerine muttali olamamıştır. Üstad Hazretleri de onlar için ‘Adî bir mü’min mertebesini ancak kazanmışlardır’ diyor.
Onlar ilmî ve filozofça bakışlarını bir mercek gibi gözleri önüne koyuyor ve Kur’ân’a öyle bakıyorlar. Dolayısıyla, Kur’ân’a ait meânî, onların o bakışına göre şekilleniyor. Oysa ki, Kur’ân’a bakış; ulûhiyete ait yanı açısından, ulûhiyete ait tayfları görme mülâhazasıyla olmalıdır. Cenâb-ı Allah, Kur’ân’ı, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) kalbini, ruhunu ve his dünyasını tecrid ederek ona indirmiştir ki; Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) malûmât-ı sâbıkası ‘Kitab’a yeni renkler katmasın, onu bulandırmasın. Bu açıdan, bazı şeyler bilen ve bildiklerine güvenen, kendi malûmâtına itimat eden insanların, nazarî planda inansalar da, gerçekte inanmaları biraz zordur. Öğrenegeldikleri bilgi kırıntıları, kendi rengini karıştırır Kitabullah’a. Karıştırır da hep o kıstas ve kriterlerle bakarlar, değerlendirirler ve tabii ki hep yanlış sonuç elde ederler.” (Sohbet-i Cânan, s. 23-25)
“İnsan kendi marifet ufkuyla Kur’an’ı duyar. Yani Allah’a ne kadar inanıyorsa o kadar onun tavırlarında haşyet görülür. Marifeti ne kadar derinse, yakîni ne kadar güçlüyse o kadar onun üzerinde Kur’an’ın tesiri görülür. Allah kelamı ağzına aldığı zaman böyle şeker şerbet dili dudağı arasında çeviriyor gibi onu duyma mevzuu biraz imana bağlı, biraz marifete bağlı, biraz Allah’la alakaya bağlı bir şeydir. Ve Kur’an da esas derinlikleriyle böylelerine açılır. Bu şekilde teveccüh etmeyene cimri davranır diyemem ben fakat kendi varidatını vermez, kendini hissettirmez. Çok ciddi bir saygıyla yönelip çok ciddi bir saygıyla onu dilin damağın arasında evirip çevirdiğin zaman sana teveccüh eder. Bütün benliğin üzerinde bir tesir icra etmeye başlar. İster o dili bilsin, ister bilmesin. Saygı, haşyet başka bir şeydir, o marifetin bağrında gelişir. Allah’ı çok iyi bilmenin bağrında gelişir. (“Kur’ân Yılı”, Bamteli, 12.04.2010)
Kur’an okumada asgarî ölçü
“Kur’ân bir nasihat, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki, Kur’ân’dan istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, insanın gözünü ona dikmesi ve kulağını ona vermesi gerekir. Nitekim Kelâm-ı İlâhî’de şöyle denilmektedir: ‘Bu Kur’ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür.’ (Kâf, 50/37)
Selef-i sâlihîn, Kur’ân okumanın minimumu üzerinde durmuşlar ve her gün bir miktar okunmalı demişlerdir. Bu hususta söylenilenleri, ‘Kur’ân-ı Kerim en hızlı haftada bir, ortalama on beş günde bir, en az ayda bir defa hatmedilmelidir; eğer ayda bir defa olsun hatmedilmiyorsa, Kur’ân metruk sayılır’ şeklinde özetleyebiliriz.
Şu kadar var ki, Kur’ân okunurken, insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi halde onu okumuş sayılmaz. Kur’ân-ı Kerim, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle en az ayda bir defa hatmedilmelidir. Fakat hatim üç beş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Oysa, Kur’ân baştan sona mülâhaza edilmesi, bir bütün olarak ele alınması ve dikkatle okunması gereken bir kitaptır.
Muhammed İkbal der ki: ‘Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur’ân okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, ben de elimdeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyordum. Tam iki sene, belki onlarca defa, elimde Mushaf’ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Bir gün âdeti üzere tekrar sorunca, ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Bir şey mi demek istiyorsun?’ dedim. Babam şöyle cevap verdi: ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde ‘Kitap’ var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammed’im! Kur’ân’ı sana sesleniyor gibi okur ve her âyetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin.’
Maalesef, bizim insanımızın okuyuşunda da mânâ ve muhtevaya dikkat edilmiyor. Kur’ân düşünülmüyor. Okuyanlar, sadece lâfız olarak okuyorlar. Mutlaka onun da bir sevabı vardır. Kur’ân okuyan biri, onun kelimeleri ve harfleri adedince sevap kazanabilir. Hatta bazılarına göre nafile namaz kılmaktansa Kur’ân okumak daha evlâdır. Fakat esas olan onu hem okumak, hem de anlamaya çalışmaktır. İmkânı varsa, hafız olanlar, her gün sabah kalkınca bir cüz Kur’ân okumalı ve o günkü namazlarını o cüzle kılmalılar. Böylece iki cüz okumuş olurlar. Çok meşguliyetleri yoksa daha çok da okuyabilirler. Evet, insan her gün Kur’ân-ı Kerim için belli bir süre ayırmalı, onu okumaya ve anlamaya gayret göstermeli.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ümmetine ait negatif görüntülerden birini dile getirirken, ‘Onlar bir vadide, Kur’ân ayrı bir vadidedir’ buyurmuştur. Maalesef, en az beş asırdır, Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde bulunuyorlar. Geleceğin fikir işçilerinin vazifelerinden biri de Kur’ân’ın bu gurbetine son vermektir.” (Kırık Testi-2/Sohbet-i Canan)
- tarihinde hazırlandı.