Kürt meselesi ve çözüm reçetesi
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin şiddetin çözümü ve Kürt sorunu hakkındaki açıklamaları dünya kamuoyunda yankı ve destek buldu. 24 Ekim’de Herkul.org sitesinde yayımlanan konuşmasında Hocaefendi özetle sorunun çözümü için yeterince dertlenmediğimizi, çözüm üretecek nispette kafa yormadığımızı söylüyor, “Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir.” diyordu. Kürt sorununun çözümünü kilitleyen “dil meselesi”nde net mesajlar veriyor, Bediüzzaman Said Nursi’nin Kürtçe’nin okullarda okutulması teklifine sahip çıkıyor ve “Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmedi?” diye soruyordu. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu açıklamasını bazı aydınlar “Fethullah Gülen’den Kürt açılımı” diye sundular. Ancak Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Kürt sorunu ile ilgili sözlerinin çarpıtılarak, karalama kampanyası yürütülmesi Gülen’in Kürtlere beddua ettiği daha da ötesinde ölüm emri/fetvası verdiği şeklinde ithamlarda bulunulması kamuoyunu rahatsız etmiştir. Bu dosyada Fethullah Gülen’in 1990 yılından beri Kürt sorunu hakkında değişik ortamlarda yaptığı açıklamaları bulacaksınız.
Fethullah Gülen Hocaefendi Kürtlere beddua etti mi?
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 24 Ekim 2011 tarihli “Terör ve Istırap” konulu sohbetinin içeriğiyle ilgili kamuoyunu yanlış yönlendirme çabası içinde olan art niyetli yayınlar nedeniyle bazıları Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kürtlere beddua ettiği, hatta daha da ötesinde ölüm emri/fetvası verdiği şeklinde ithamlarda bulunuyor. Öncelikle şunu belirtmek lazım ki Fethullah Gülen Hocaefendi’nin o konuşmasında yaptığı şey beddua değildir; Allah’a havale etmektir. Ayrıca bu asla Kürtlere yönelik değildir. Düşmanlık yapanlara ve üstelik bu düşmanlık yapanlar içinden asla ıslah olmak niyeti olmayacak amansız düşmanlara yöneliktir. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “fısk ü fücura ve gayz ü nefrete kilitlenmiş, kan dökmeden zevk alan canavarlar” için, üstelik de bunlar arasında sadece hidayet ve ıslah olmayacak kimseler için kullandığı ifadeler şu şekildedir:
“Allah’ım, birliğimizi sağla, lutfeyle, aramızı telif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Ve bir kısım düşmanlık yapanlar varsa Allah’ım, bunların içinde ıslahını murad buyurmadığın insanlar vardır, hidayetini murad buyurmadığın insanlar vardır. Hidayetini ve ıslahını murad buyurduğun insanları ıslah eyle Allah’ım. Kalplerine salah ver, kafalarına salah ver. Islahını murad buyurmadığın ve onların da ıslah istemediği kimseler varsa, Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, feryad u figan sal, köklerini kes, kurut ve işlerini bitir.”
Biraz vicdanla bu sözlerin yer aldığı sohbeti okuyanlar ya da dinleyenler göreceklerdir ki: Hocaefendi, terörün yaraladığı insanlara sükûnet çağrısında bulunuyor. ‘Kimsenin tepesine balyoz gibi inmenin çözüm olmadığını, sadece acıyı ve kini büyüttüğünü, yeni nesillerin tevarüs ettiği bu kinin bir milleti yutacak hale geldiğini’ anlatıyor. Meseleyi daha ileri taşıyarak şunları söylüyor: “Herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele ‘mukabele-i bilmisil’ kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve tekliflerini yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler. Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir.” Hocaefendi, tam bu noktada dinin müntesiplerine sunduğu bir imkânı hatırlatıyor: Dua. Akan kan karşısında gerilime geçen insanlara, ‘intikamı düşünmeyin, hatta sokakta slogan bile atmayın’ dedikten sonra bir deşarj imkânı sunmak lazım. Hadislerde ifadesini bulan ‘kötülüğü eliyle, diliyle düzeltmek hiç olmazsa kalpten karşı çıkmak’ burada devreye giriyor. Önce ıslah için dua, sonra ıslah olmak istemeyenler için Allah’a havale edebilirsiniz deniliyor. Allah’a havale, o gerilimi düşürmenin en az hasarlı yoludur. Dindar toplumu tanımayanların ve hidayet-ıslah şartlı havale ile beddua farkını bilmeyenlerin yorumları burada hakikati ıskalıyor ya da kasten çarpıtıyor.
Fethullah Gülen Hocaefendi ölüm emri verir mi?
Gönüllüler Hareketi’ni her fırsatta yaşatma idealine yönlendiren, daima kendisi için değil başkaları için yaşamayı salık veren, başka insanları maddi manevi, dünyevi uhrevi saadetlere ulaştırabilmek için kendisi her türlü fedakârlığa katlanmayı öğütleyen Fethullah Gülen Hocaefendi’nin böyle bir ölüm emri verebileceğini söylemek Fethullah Gülen Hocaefendi’yi de Gönüllüler Hareketi’ni de tanımamanın bir ifadesi değilse muhakkak kasıtlı bir iftiranın ürünüdür.
Sadece ülkemiz insanına değil, bütün insanlığa maddi manevi, dünyevi uhrevi saadetler yaşatmayı amaç edinen ve bu uğurda hayatını adayan Gülen Hocaefendi’nin böyle bir insan öldürmeyi değil emretmek, hayaline getirmesi bile düşünülemez. Ayrıca din ve kültür itibarıyla en uzak insanlara karşı bile diyalog, hoşgörü, konuma saygı prensipleri çerçevesinde iyi muamelede bulunup onlarla sıcak bir münasebet kurmayı tavsiye ve teşvik eden Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kendi ülkemizde yaşayan kendi kültürümüzün insanlarına karşı sert bir muameleyi değil tavsiye ve teşvik etmesi, tasvip etmesi bile mümkün olamaz.
Fethullah Gülen Hocaefendi değil tek bir insanın katledilmesine bir karıncanın dahi öldürülmesine asla rıza göstermez. Nitekim son açıklamalarında şöyle demektedir: “Hiçbir zaman insanî değerleri kulak ardı etmemek lazım. En kritik yerlerde yürürken, “ayağımız kayar, düşeriz” endişeleriyle adım atarken bile tek bir karıncaya dahi basmamaya, tek bir talih böceğini dahi ezmemeye ve en küçük bir haşerenin hakk-ı hayatına dahi tecavüz etmemeye azami dikkat gereklidir. Evet, en kritik anlarda bile hep şefkatle hareket edilmelidir.”
Devletin ciddi politikası olamadı
Fethullah Gülen Hocaefendi, Zaman Gazetesi’nde Ali Aslan ile yaptığı görüşmede bölgeye devletin ciddi bir politikasının olmadığını ifade ediyordu: “Devlet, üzülerek arz edeyim, hani askeriyenin yaptığı şey oldu, onunla kaldı. Aslında bu mevzuda ciddi bir politikaları olamadı veya politikalar takip edemedi. Yakın takibe alamadı, öğretmenini koruyamadı, eğitimcisini koruyamadı, çokça okul açamadı, okulları avantajlı kılamadı, onlara bir hususiyet tanıyamadı. Mesela özel okullardan veyahut da Anadolu liselerinden üniversiteye girerken talebelerden üniversiteye yerleştirme merkezi 2-3 puan kırıyor. Güneydoğu’daki insanlara da 3 puan verirdiniz, olur biterdi. Bunların hepsi olabilirdi.” (Zaman, Ali Aslan, Terör Hakkında Gülen’le Röportaj, 3 Eylül 1997)
İhmal edilmiş tedbirler var
24 Ekim 2011 tarihli Bamteli sohbetinde ise bölge halkının problemlerinin çözümü konusunda ciddi teklifler sunuyordu: “Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsaydık. Otuz sene değil, on sene evvel bile ülkeyi idare edenlerin aklı bu işe erseydi ve bunlar bugüne kadar gerektiği ölçüde yapılabilseydi, bugün o problemler kökünden kurutulamasa da en aza indirilmiş olacaktı.” (24 Ekim 2011, Bamteli)
Kürt-Türk ayrımı doğru değil
Aslında Türkiye’de ne Türk-Kürt kavgası vardır ne de Alevî-Sünnî kavgası vardır. Bir Alevî-Sünnî ayrımı yapmanın âlemi yoktur; bir Kürt-Türk ayrımı yapmanın âlemi yoktur. Aynı kaderi paylaşan insanlarız: Üzerimize gelip çullandıklarında hepimizi birden ezmişler; savaş ilan ettiklerinde hepimiz tek cephe olmuş onların karşısında savaşmışız. Çanakkale’deki şehitleri kaldırıp konuşturma imkânı olsa, çok farklı ağızlar kullanacaklar, farklı farklı lehçeler kullanacaklardır. Ve biz onların hepsini şehit oldukları mülahazasıyla tebcil ediyoruz. Takdirle karşılıyoruz, kendilerine düşen vazifeyi yapmışlar diye alkışlıyoruz. Sizin geçmişiniz buysa şayet, kaderiniz buysa, bence bugün o kelimeleri telaffuz etmek doğru değil; öyle bir Kürt-Türk ayrımı hiç doğru değil... (Bir Damla Ülke Kalmış Zaten, Yazık Etmeyelim 2005, Eylül)
Fethullah Gülen Hocaefendi, gazeteci Mehmet Gündem’in “Fethullah Gülen ile 11 Gün” kitabında ise bölgenin mutlaka kalkınması ve imrenilir bir bölge haline getirilmesi için eğitimin şart olduğunu söylüyordu.
“Devlet son zamanlarda kalkınmada öncelikli yerler adı altında oralara bir kısım avantajlar tanıdı. Devlet bu konuda daha ciddi adımlar atmalı. O bölge mutlaka kalkınmalı, imrenilir bir bölge hale gelmeli. Güneydoğu’yu öylesine mamur haline getirelim ki, herkes halinden memnun olsun. Batı’ya doğru göçün önü alınsın. Başkalarından önce biz yatırımlar yapalım ve orayı bir cennete çevirelim. Eski Mezopotamya gibi olsun, yeniden bir medeniyet merkezi haline gelsin.”
“Bu, bizim basiretli devlet adamlarımızın çözmesi gereken bir problemdir. Sivil kuruluşlar bölgeye gidip hemen hemen her şehirde okullar açtılar. Açılan bu okullar sayesinde gençler okumaya yöneldi...”
“Orada eğitim de cazip hale getirilmeli. Çünkü orada ciddi bir eğitim problemi var. Eğitim problemi çözüldüğü zaman çok problemler çözülecek. İşsiz, güçsüz, okuyamamış insanlar büyük ölçüde kendilerini itilmiş, ikinci sınıf gibi görmüşler. O psikolojik havadan, içine düştükleri kompleksten de onları kurtarmak lazım. Bölgenin insanları, geçmişte önemli medeniyetlere beşiklik yapmış zeki insanlardır. Aramıza fitne sokulana kadar gül gibi geçinmişiz onlarla.”
Hukuk dışına çıkılmamalı
Bazı işleri hukuk dışı yollarla halletmeye kalkanlar, başkalarını da hukuk dışı bir kısım oluşumlara sevk etmiş olurlar. İster devlet isterse de kendini devlet yerine koyan ve devlet yanlısı görünenler, meseleleri hukuk dışı yollarla halletmeye kalkıştıkları zaman daha ciddi problemlere ve komplikasyonlara sebebiyet verirler. Bir hukuk devletinde devlet içinde devletten ya da derin devletten bahsetmek de mümkün değildir. Fakat, maalesef, “Devletin nizam ve intizamını, asayiş ve güvenliğini temin etmek maksadıyla öldürmem istenen insanları öldürdüm” diyen kimseler çıktı bizim ülkemizde. “Devletim bana ‘vur’ dedi, ben de vurdum” diyenler oldu. Onlara belki şöyle denebilirdi: “Devlet sana “zina et” derse, zina mı edeceksin! Hırsızlık yap dediğinde hırsızlık mı yapacaksın? (Kırık Testi 5; İkindi Yağmurları, 2005, Nil Y.)
Hepimiz kardeşiz demek kolay
Güneydoğu insanına hamasi destanlarla yaklaşmak, televizyon, radyo ve gazetelerde hepimiz kardeşiz demek kolaydır. Her şey gibi Müslümanlığın da lafı ve nazarisi çok kolaydır. Ama esas olan nazarî Müslümanlığı amelî Müslümanlığa çevirmektir. Anadolu’nun yiğit insanları, Doğu ve Güneydoğu’da mahrumiyetler içinde yaşayan kardeşlerini ne kadar sevdiklerine inandıracaklar. Gitmek suretiyle gelmelerini sağlayacak, arada yıkılmayan sağlam köprüler kuracaklar. Bu vesileyle onların hâllerini görecekler. O bölgenin insanı çok civanmerttir. Sadece Doğu’ya gitmek meselesi de değil, şimdi İstanbul, Mersin, Antep gibi yerler Güneydoğu’dan gelen insanlarla dolu. Belki önce buralara da açılmak gerekir. Bölgemizde okuma imkânı verme ile daha çok kimseye imkân sağlamak ve bizi kardeşliğimize götürecek başka şeylere yelken açmak lazım. (Herkul.org/ 2007)
Hocaefendi’den çözüm reçetesi
Fethullah Gülen Hocaefendi, 24.10.2011 tarihli “Kürt Meselesi ve Şiddet Sorunu” başlıklı Bamteli sohbetinin ardından aydınlardan büyük destek aldı. Bu konuyla ilgili Aksiyon Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Bülent Korucu‘nun Aksiyon Dergisi’ndeki yazısını sizlere aktarıyoruz:
“Fethullah Gülen Hocaefendi, Kürt meselesi ve onun izdüşümü olan terör sorunu hakkında önemli açıklamalar yaptı.
Biraz depremin tozu dumanı arasında kalan açıklamaları sakin kafayla yeniden okumakta fayda var. Hocaefendi, konunun bütün taraflarıyla ilgili kısa, öz ama can alıcı tespitlerde bulunuyor. Önce hepimize ıstırap çağrısı yapıyor. Meselenin çözümü için yeterince dertlenmediğimizi, çözüm üretecek nispette kafa yormadığımızı söylüyor. Daha doğrusu çözüm üretilememiş olmasını ıstırap eksikliğine bağlıyor. Hocaefendi, ikinci olarak üretilmiş çözümlerin dikkate alınmayışına sitem ederek, “Herkesin kendini yeterli gördüğü, her şeyin hakkından geleceğine inandığı ve hayatını ona göre planladığı bir dünyada siz en doğruları bile kimseye duyuramaz ve o zihniyetteki vazifelilere, sorumlulara hiçbir şey kabul ettiremezsiniz. Bu da önemli bir handikaptır; çok ciddi stratejiler ve çareler üretsek de maalesef bugün kimse dinlemez.” diyor.
Bediüzzaman’ın hâlâ geçerliliğini koruyan ve maalesef hâlâ hayata geçirilememiş projesini bu minvalde zikredebiliriz. 1911’de Sultan Reşat ve İttihatçıları ikna etmek için çırpındığı Medresetüz Zehra’yı yani doğuya kurulacak Darül-funun’u, 1922’de Büyük Millet Meclisi’ne de anlatmıştı. Yıl 2011 ve daha o ufku yakalayamadık. ‘Kürtçenin caiz’ olduğu üniversiteyi tam manasıyla kuramadık. Mardin Artuklu Üniversitesi Kürt Dili ve Edebiyatı bölümüne 21 öğrenci alarak bir tabuya ilk kazmayı vurdu. Hocaefendi tam burada can alıcı soruyu soruyor: “Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika’da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur.” Kürtçe geçmişten bugüne problemin nirengi noktası. Yasaklamak, yok saymak, ‘anlaşılmayan bir dil’ olarak kayıtlara geçirmek çözüm değildi. Bu gerçeği devlet cihazının kabullenmesi epey pahalıya mal oldu.
Hocaefendi’nin Bediüzzaman’a atıfları Kürtçeyle sınırlı değil. 1925’te Şeyh Sait hadisesi bahane edilerek başlayan sürgün ve hapis hayatı yaklaşık 30 yıl süren Üstad, ‘ömrüm memleket hapishanelerinde, mahkemelerde geçti’ derken mübalağa etmiyordu. Çektiği onca sıkıntıya rağmen ‘müspet hareket’ tarzından zerre taviz vermemiş ve böylece Türk-Kürt kardeşliğinin sembol isimlerinden biri haline gelmiştir. Hocaefendi toplumu bir dönem esir alan şiddet sarmalının her iki yönüne de eleştirisini dile getiriyor. Şiddeti ‘hak arama vasıtası’ olarak kullanmaya kalkanların da, ‘bölücülüğe karşı çare’ diye sunanların da yanlış yolda gittiğini yaşayarak gördük. (Bülent Korucu -Aksiyon)
Karakterimiz
Son olarak Fethullah Gülen Hocaefendi’nin herkul.org sitesinde 09.01.12 tarihli Kürt Meselesi, Çarpıtmalar ve Karakterimiz başlıklı sohbetinden bazı bölümler sunuyoruz.
Soru: Zât-ı âlinizin ve hizmet gönüllülerinin bütün dünyada olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu’da da hüsn-ü kabul görmesinden rahatsızlık duyan bazı kesimler, sohbetlerinizi ve bilhassa Kürt meselesiyle alâkalı sözlerinizi çarpıtmak suretiyle çok çirkin bir karalama kampanyası sürdürüyorlar. Çeşitli iftiralara kadar varıp uzanan o türlü yayınlarla ilgili mülahazalarınızı ve huzurun tesisine gönül vermiş insanlara bu konudaki mesajlarınızı lütfeder misiniz?
Hakkı ikâme etmek mü’minlerin en önemli vazifelerinden biridir. Çok geniş kullanım sahası olan “hak” kelimesi, aynı zamanda Esmâ-i Hüsnâ’dan bir isimdir ve bu yönüyle onun mânâsı; bizzat var olan, hiçbir şeye muhtaç olmayıp hiçbir şeye dayanmayan ve kendi kendine kâim olan en sağlam ve sabit hakikat demektir. Evet, bütün hakların biricik kaynağı Hak ism-i şerifidir ve maddî-mânevî, âfâkî-enfüsî bütün haklar onun değişik dalga boyundaki tecellîlerinden ibarettir. İşte bu sebeple gerçek bir mü’min, Hak isminin değişik tecellileri sayarak bütün haklara karşı saygılı davranır, hakkı tutup kaldırma cehdiyle oturup kalkar, ne zulmeder ne zulme boyun eğer; hak ve salâhiyetleri yerine getirmeye çalışır ve onları yaşatmak için çırpınır durur.
Hakkı tutup kaldırma Allah’a yakın olma yollarındandır ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken çok önemli bir husustur; ancak bu mevzuda öncelikli olarak yapılması gereken hakkın sınırlarının tespiti ve çerçevesinin ortaya konulmasıdır. Yani hak duygusunun doğru olarak algılanıp doğru olarak yorumlanmasıdır. Çünkü şayet o, temel kaynaklara dayalı olarak doğru okunup doğru yorumlanmazsa herkes kendine göre bir hak telakkisiyle ortaya çıkar, kendine göre bir ikame-i hak talebinde bulunur; dolayısıyla, bir sürü kan döken, can yakan, insan öldüren canilerle karşılaşırsınız. Oysa, gasplarla, canavarlıklarla ve tahrip mülahazasıyla hak ikâme edilemez.
Hakkı ikame etmede kullanılan vasıta ve esasların da hak olması gerekir. Bu yolun, -her santiminde Allah’a hesap verecek şekilde- bir incelik içinde yürünmesi lazımdır. Karıncaya ayağını basmayan, onu ezmekten çekinen insanlar o hak ve adaleti ikame edeceklerdir. Canavarlıklara bağlı kalınmak suretiyle şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde en küçük bir bölgede bile hak ikame edilememiştir.
İnsanları canavarlık duygusundan koparıp hakka yönlendirmek lazım; ne var ki, bu çok kolay olmayacağa benziyor. Çünkü siz hak adına bir şey söylerken bile alıp çarpıtıyor, sağa sola çekerek çok farklı yorumlara tabi tutuyorlar.
İnsanlığı yeniden hakiki insanlığa yönlendirme, hak duygusuyla ve adalet düşüncesiyle irtibatlarını sağlama çok çetin bir iştir. Bu yolda hakaret görme ( ) söz konusudur. Haziran (1999) fırtınasını bir düşünün: Bir kısım ses bantları başından sonundan kesilerek çok farklı kalıplara sokulmuştu. Bazıları değişik montajlarla elde ettikleri hilaf-ı vâki ve uydurma sözleri neşrederken sıkılmamışlardı. Maksatlı yorumlarla ve su-i te’villerle milleti aldatmaya çalışmışlardı. O hadise tamamen bir komplo ve bir yargısız infazdı. Yapmak istedikleri de teessüs etmiş diyalog köprülerini yıkmaktı. Şimdi de işleri tahrif, takıyye ve yalan olan bazı kimseler, aynı şeyleri yapıyorlar; konuşmaların başından sonundan keserek sizin söylediklerinizin ötesinde çok farklı bir kısım sözler ortaya çıkarıp yayıyor ve mide bulandırmaya çalışıyorlar. Fakat, siz doğru bildiğiniz yolda hiç yılmadan yürümeli ve konjonktürü değerlendirerek hakkın ikamesine hizmet etmelisiniz. Zira, bir an evvel bütün yeryüzünde insanlığın saygı duyacağı şekilde hak ve adalet ikame edilmezse, şu öldürücü silahlarla insanlığın geleceği çok kötü görünüyor.
Kinler kin, nefretler de nefret doğurur. Sertliğe sertlikle, şiddete şiddetle, hiddete hiddetle mukabele ederseniz, öyle fasit daireler oluşur ki, sonra sizi de boğar, altından kalkamazsınız.
Faziletli insan, kendisine kin duyanlara bile hilm ü silm ile mukabelede bulunur. Birisi size bir kötülük yapıyor, gayz ve nefretle muamelede bulunuyorsa, siz öfkenizi yutmak ve affedici olmakla mukabele etmelisiniz. Kur’an-ı Kerim, “O müttakîler ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda infakta bulunurlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân, 3/134) mealindeki ayet-i kerimede öfkesine mağlup olmayanları, bilakis onu yenip akl-ı selimle hareket edenleri “ve’l-Kâzımîne’l-gayz” ifadesiyle nazara vermektedir. Bu sıfat, öfkesini yutan, hiddet ateşini sabırla içinde tutup boğarak söndüren, zarar gördüğü kimselerden öç almaya gücü ve kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmayan ve kötülük edenlere karşı afv ile muamelede bulunan kimselerin unvanı olarak kullanılmıştır. Bu itibarla, kötülüklere iyilikle mukabelede bulunmak, münkere marufla karşılık vermek varken, ne diye mukabele-i bilmisil kaide-i zalimânesine girerek “Onlar kötülük yaptı, şöyle dedi; ben de şöyle diyeyim!..” gibi güft u gû’ya düşelim! Hayır, biz çok hassas davranarak kendi karakterimizin gereklerini ortaya koyalım.
- tarihinde hazırlandı.