Ruhanî Reislik ve Edirne
Edirne'ye ait unutamadığım hatıralardan biri de iki idamda ruhanî reislik yapmış olmamdır.
Bunlardan ilki 1959 senesinde oldu. Benim Edirne'de ilk senemdi. Üç Şerefeli Camiinde imamlık yapıyordum. Bir gün biri geldi ve 'Gani Bey seni istiyor' dedi. Gani bey hâkimdi. Ben kendisine bazı kitaplar vermiştim. İlk önce endişe ettim. Ve yanına bu endişe ile gittim. Bana: 'Bir idamlık var. Seni Ruhani Reis olarak bulundurmaya karar verdik.' dedi. Esasen hassas bir insanım. Böyle bir teklife 'Evet' demem mümkün değil. Ancak daha önceki endişem çıkmayınca ben gayri ihtiyarî olumlu cevap verdim. Beni tanıyıp itimat ettikleri için çağırdıklarını söylediler.
Eskiden idamlar millete ibret olsun diye açıkta yapılırdı. İhtilalden sonra açıkta idamı kaldırdılar. Gece beni gelip aldılar. Arabaya binip hapishaneye gittik. İdamlığın adı Rasim Dik'di. Hücreye girdik.
Elleri bağlıydı. Herhalde saldırmasın diye bağlamışlar.
'Atatürk Gelecek'
İdam kararının Mecliste tasdik edildiğini daha önce gazeteden öğrenmiş ve şoke olmuş. Konuştukları hep hezeyan.. Ne anlattıysam dinlemedi. Devamlı olarak: 'Atatürk gelecek ve eve gideceğiz.' diyordu.
Biraz sonra gelip beyaz gömleği giydirdiler. Boynuna da işlediği suçu bildiren bir yafta astılar. Karısıyla beraber birinin evine girmişler. Hem adamı hem da kansını öldürmüşler. Bahçede köpek havlamaya başlayınca onu da baltayla parçalamışlar. Sonra da cenazeleri gidip bir yere gömmüşler. Öldürdükleri adam kalaycılık yapan fakir birisiymiş. Bütün buldukları üç yüz lira para olmuş.. İşledikleri suç korkunçtu.
İdam sehpası Üç Şerefeli'nin önüne, şimdi park olan yere kurulmuştu. Halk etrafı doldurmuş. Ortalık panayıra dönmüş. Kimisi kuru yemiş, kimi şerbet satıyor. Kimsede ibret almaya niyet yoktu. Sadece Kuşcudoğan Camiinde müezzinlik ve aynı zamanda Kur'an kursu öğretmenliği yapan, o gün elli yaşlarında bir İbrahim Efendi vardı. Üzüntü içinde olan bir onu gördüm. Hatta bir hafta kadar da idam yapılan bu yerden geçmemişti.
Son Telkin
Ruhani Reis olarak son telkinimi yaptım. Ve sehpanın üzerine çıkardılar. Yakından görmek, o ruh halini yaşamak, şimdi canlı olan bu insanın birkaç saniye sonra ölü olacağını düşünmek ve bunu bizzat müşahede etmek, dinlemekten çok farklıdır. Anlatan kim olursa olsun, bu manzaranın dehşetini dile getiremez... Gani Bey Rasim'e yaklaşarak: Son bir arzun var mı? dedi. O yine 'Atatürk gelecek, eve gideceğiz' diye karşılık verdi. Bir cellat getirmişler, adam körkütük sarhoş. Zaten adet böyleymiş. Rasim'i kıbleye çevirdi. Zorla ipi boynuna taktı. Fakat ceset tam kıblenin tersi istikamete döndü. Simsiyah kesilmişti. Rasim'in dili bir karış dışarıya sarktı. Ertesi gün öğle vaktine kadar da ceset orada asılı kaldı.. Ancak yine kimsenin ders aldığı kanaatında değilim. Sonra ipi koparıp cesedi alıp götürdüler. Nasıl gömdüklerini bilmiyorum...
Artık meşhur olduğumdan ikinci idama yine beni çağırdılar. O zaman dışarıda asmak yasaklanmıştı. Herhalde teşhirin faydasız olduğunu onlar da görmüşlerdi. İkinci idamlığın adı Mehmed'di. Ona Memo diyorlardı.
Hükümet tabibi Sofyalıydı. Ben iç avluda oturuyordum. Biraz önümde de, hâkim, savcı ve jandarma komutanı oturuyor. Daha sonra hükümet tabibi geldi. 'Papaz geldi mi?' dedi. İşte öyle birisiydi. Beraberce hapishaneye gittik. Benim üzerimde yine cübbe var.
Mehmed çok temiz çehreli bir gençti. Katil olacağına ihtimal vermiyorum. Bizi görür görmez ayaklarının bağı çözüldü. Felç olmuştu. Bir kanepeye oturduk. Anlatmaya başladım:
Mehmed, işte durum bu. Meclis tasdik etmiş. Bundan sonra başka çare yok. Allah'a giden bir yoldasın ve başka yollar da kapalı..
Abdest almak ister misin? diye sordum. İsterim dedi. Ayaklarına gelince takati kesildi., Bugünkü gibi hatırımda. Ve bunları ben vicdanımda yaşadım. Yıkayamadı ayaklarını...
Amentü'yü okutmaya başladım. Biraz okuyor; fakat gerisini getiremiyordu. Kelimeler aklından siliniyordu. Arada da 'Beni bir daha adlî tıpa verseniz' diyordu. Halbuki adlî tıpa verilse ne olacak. Yaşayacağı bir iki hafta daha. İşte orada hayatın kıymetini daha iyi anladım. Sanki idama götürülecek olan o değil de bendim. Aradan seneler geçmesine rağmen hatırladıkça bu hicranı yaşarım. Mehmed'e çok acımıştım. Bir çoban öldürmüş dediler ve onun boynuna da böyle bir yafta astılar..
Cellat sarhoştu. Ayakta duramadı ve yıkıldı. O hükümet tabibi hemen sehpaya sıçradı ve cellatlığı o yaptı. Mehmed etrafına küskün küskün baktı. Sitemkâr bakışları ciğerime işlemişti. Sonra da sehpanın itilmesine yardım eder gibi ayaklarını oynattı. Bir iki sallandı ve hemen öldü. Demek hükümet tabibi kolay ölümün nasıl olacağını biliyordu ki, ipi tekniğine uygun takmıştı.
Konuşma Rahatlığı
Dıştan bakınca kimseyle konuşup görüşen bir tip gibi görünmem.
Kabuğuna kapalı gibiyimdir.. Fakat bende tekke ve zaviyeden gelen bir açıklık vardır. Daha sonra kaldığım yerlerde de arkadaşlarımla münasebetlerim hep iyi olmuştur. Ayrıca, büyüklerin huzurunda otura otura, onların yanında konuşma hakkını elde etmiş olmam, esasen herkesle oturup konuşma rahatlığım bana kazandıran başka bir sebeptir, diye de düşünüyorum. Herkes1e çok rahat oturup konuşabiliyordum. Çünkü, birçok meşayihin ve alimin yanında bulunmuş ve onlarla sohbet etmiştim. Bu da diğer insanlarla rahat diyalog kurmama yardımcı oluyordu.
Edep Dairesinde İrşad ve tebliğ adına, muhatabımın içtimaî seviyesi ne olursa olsun, gidip onunla rahatlıkla görüşüyordum. Şarklılıktan kalma hicap hissim de yadırganacak şekilde yırtık olmama maniydi. Onun için kendimden yaşça çok büyük olanlarla da edep dairesinde bir şeyler anlatmam ve onlarla uzun süre beraber olmam mümkün oluyordu. Denebilir ki, Edirne'nin kalbur üstü bütün büyükleriyle muarefem vardı; benim yaşım ise henüz yirmiye varmamıştı.
Cenabı Hakk'ın lutfettiği ölçüde his potansiyelimi müspet yolda kullanmaya çalışırdım. Kahvede oturur büyüklerle beraber çay içer ve onlara bir şeyler anlatmaya gayret gösterirdim.
Edirne'de ilk tanıdığım insanlardan biri İsmail Gönülalan'dır. Çok temiz ve nezih bir insandı. Beni, Devlet Su İşlerinde çok kimseyle tanıştırdı ve değişik kimseler getirdi götürdü.
Ve yine o sırada bir lise talebesi olan Ahmed vardı. Ben ona çok adam getirip götürdüğünden dolayı Mus'ab diyordum. Esasen bugünlere kıyas edildiğinde, temas ettiğimiz insan sayısı çok azdır. Ancak o günün zor şartlarında ve Trakya gibi bir yerde bu rakam azımsanamaz. Hatta hiç unutmam: Diyarbakır'dan bir zat gelmişti. Bir gün bana: Bütün Trakya'yı dolaştım, bu havalide Müslümanlığı yaşayan iki genç gördüm. Biri sen, diğeri de Kırklareli'nde bir imam dedi. Demek ona da aynı şeyleri söylemiş ki, bir gün o imam beni ziyarete gelmişti. Daha sonra da ben ona gidip geldim. O dönem öyleydi. Halleşecek bir insan bulmak için dahi bir iki saatlik yol gitmeniz gerekiyordu. Yaşar Hoca'nın gelmesiyle oradaki sertlik kırılmış, hizmete müsait bir zemin oluşmuştu.
Bir kere de ziyaretime kardeşim Sıbğatullah gelmişti. Bir gece kaldı mı kalmadı mı bilmiyorum. Çünkü yatıracak yerim yoktu.
Ertesi gün, zorlanarak bir yetmiş lira buldum ve trenle geriye ancak öyle gönderebildim. Hatta bana bir cüzdan vermişti. O cüzdanı otuz sene taşıdıktan sonra, oğlu Mazhar'a verdim. Babanın hatırasını sakla, dedim..
Edirne'de ziyaretime gelenlerden biri de Osman Kara'ydı. Osman Kara, Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmüş ve onun iltifatlarına mazhar olmuş bir insandı. Yedek subaylık yapıyordu ve onu Salih Özcan getirmişti.
Salih Özcan, saygı duyduğum bir insandır. Seyyid'lerden olması da onu sevip saymama ayrıca tesir eden hususlardandır. Birkaç defa ziyaretime geldi. Hatta bir gece onu pencerede misafir ettim. Ben gidip dışarıda bir yerde yattım. Otobüse binerken bana sarılıp 'Sen bir kahramansın' demesini unutamam. Onun bu sözü, ister bendeki bir boşluk olarak değerlendirilsin, isterse Salih Özcan'ın iltifatı sevmesine verilsin; fakat bana büyük bir moral vermişti.
Bulduğum Beş Lira
Günlerce aç kaldım. Bir ekmek alacak param dahi yoktu. Abdest için şadırvana gidiyordum. Hava da hafiften yağıyordu. Baktım ayağımın ucunda madenî bir beş liralık duruyor. Hemen onu aldım ve namazdan sonra gidip karnımı doyurdum ve maaş alıncaya kadar da parayı kullandım. Maaşımı alınca yanına bir beş lira daha koydum ve on lirayı bir fakire sadaka olarak verdim. Bulduğum o beş lira benim için çok büyük bir lütuf olmuştu..
Bayram vaazına çıkacağım. Yine günlerdir açım. Ağzıma koyacak tek lokma yok. Açlığımı biraz yatıştırır zannıyla kavanozun dibinde kalmış çok az balı parmağımla alıp ağzıma götürdüm. Meğer aç karnına bal bulantı yaparmış. Kürsüde sürekli içim bulandı...
Başka Türlü Görüyordum
Riyazat yaptığım devrede, önce nefsimi bir kedi gibi gördüm ve onu kovaladım. Riyazata devam ettim. Bu arada,onu ayı gibi gördüm. Kapıştık. Ben mi onu o mu beni yendi belli olmadan uyandım. Bir müddet daha riyazat yaptım. Bu sefer de nefsimi goril gibi gördüm. Ondan kaçarak surların üzerine çıktım. Bütün bu riyazatlara rağmen anladım ki nefsim beni sağ tarafımdan vuruyor. Çünkü o devrelerde başkalarını ve bilhassa oburca yemek yiyenleri hep başka türlü görüyordum; ve yer yer onlara kızıyordum. Ve anladım ki, nefis ile mücadelede insanlardan bir insan olarak hareket etmelidir. İlahi davaya omuz verme, ayağımız kaymadan yaşayabilmemizin en büyük teminatıdır. Mücadele ruhu varsa bu bir fa'li hayırdır..
İlk gidişimde Edirne'de üç sene kadar kaldım. Bunun iki buçuk senesi pencerede geçti. Daha sonra da askere çağrıldım..
- tarihinde hazırlandı.