İlk Hacc ve Unutulmayan Hatıralar
İlk hacca 1968 yılında gittinîz. Şüphesiz mukaddes yerlere yaptığınız bu ilk yolculuk sizde silinmez izler bırakmıştır. Bu hatıralarınızı anlatır mısınız?
Sizin de dediğiniz gibi ilk hacca 1968 yılında gittim. O sırada bilindiği üzere Kestanepazarı'ndaydım.
Hacca gidişime vesile olan hadiseleri daha önce de aktarmıştım.
Kabe'yi ve Ravzâ i Tahire'yi ilk gördüğümde öyle bir ruh haline büründüm ki, tarifi mümkün değildir. Hani, benim gibi birine olmaz; ama farz-ı muhal, o anda cennetin bütün kapılan ardına kadar açılsa ve cennete davet edilseydim, herhalde oralardan ayrılıp cennete gitmeyi arzu etmezdim. Harem-i Şerifte ve Ravza-i Tahire'de bulunmak bana öyle ledünni bir haz ve lezzet vermişti...
Kestanepazarı'ndaki talebelere hep apayrı bir gözle baktım. İslam Alemine ait büyük kurtuluşun hiç olmazsa bir bölümünü onların temsil ettiğine inanıyordum. Hacca giderken onların isim listelerini yanımda götürmüştüm. Hepsine orada teker teker dua ettim. Ayrıca tanıdığım birçok kimseye de ismen dua ettim. O sırada bütün Türkiye çapında tanıdıklarımın sayısı bugünle kıyas edilemecek ölçüde azdı. Onun için hepsini ismen zikredebilmiştim.
Bu ilk haccda unutamadığım hatıralarımdan biri de şudur: Harem-i Şerifte, bilhassa cemaatla namaz kılarken, renk renk çiçekleri andıran cemaatların topluca rüku ve secdeye varışlarını seyretmek bana apayn duygular ilham ediyordu. Orada, her renkten insan, kendine has urba ve giysileri içinde renk renk açmış nadide çiçekler gibiydi. Harem-i Şerif bunlarla, bağrında her mevsimin çiçeğini bitiren bir çiçek bahçesine benziyordu. Bu manzarayı seyretmek için rüku ve secdelere biraz gecikerek gidiyordum. Ve kendimi böyle yapmaktan alıkoyamıyordum.
İkincisinde; kendisine hac farz olduğu halde gidemeyen çok yakın bir dostumuzun pederi namına gitmiştim. Aslında bu şekilde bir hacca gitmeği hiç istemezdim. Çünkü öyle birinin namına yapılacak bir hac, bana çok ağır gelirdi. Ama, oraları özlemiştim. Bu vesileyle de o dostla beraber ikinci kez o kudsî yolculuğa çıktık.
Diğeri ise, medyada aleyhimize şiddetli bir kampanya başlatılmıştı. Buna karşı ruhumda duyup hissettiğim sıkıntılarla, yine özlemini çektiğim o kutsal mekanlara gidip, dua etme ve o arındırma muslukları altında yıkanma ihtiyacını duydum. Cenâb-ı Hakk imkân verdi ve 1986'da üçüncü kez yeniden hacca gitmek nasip oldu.
Ne var ki, bu son haccımda, Mekke ve Medine'yi çok sevdiğim halde, hizmet itibariyle memleketime dönme zorunda olduğum mülahazasıyla, oradan ayrıldık ama, giriş yapmama tahdid konmuştu. Uçak kapıları bu şekilde yüzümüze kapatılınca, biz de bu zorunluluk karşısında ve biraz da ülkeme olan sevgi ve muhabbetle, kaçak olarak karadan girme yolunu seçtim. Daha sonra da kendim, Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne gidip ifade verdim.
Bu arada yaşadığım bir-iki hadiseyi nakletmek isterim. Orada bulunduğum sıralarda, çok küçük suçlardan dolayı çadır hapsine maruz kalan insanların olduğunu duyduk. Sizin gidip onları ziyaret etmeniz ve ihtiyaçlarını karşılamanız ise mümkün değildi. Çünkü onları arayıp sormanız, sizin de aynı cezaya maruz kalmanız için yeterli bir sebepti.
Diğer bir şey ise, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun medfun bulunduğu Ravza-yı Tâhire'nin bir köşesinde, Emr-i bi'l-Maruf Nehy-i ani'l-Münker diye bir müesseseye şahid oldum. Hadd-i zatında bu müessese, İslâm'ın güzel ve hoş gördüğü şeyleri emredip, nâhoş ve çirkin gördüğü şeylerden de men'eden bir müessesedir. İnsanların Peygamber'e ve bu kutsal mekanlara duydukları özlem, aşk ve muhabbetle geldikleri bu yerde, böyle bir müessesenin kurulmasına bir anlam veremedim. Ve hiç unutmam, bu müessese tarafından, elimde üç el tesbih bulundurduğumdan mı, yoksa Kur'ân ve dua okuyorum diye mi, ya da beni tanıyan üç-beş insanın gelip hal-hatır sorarak çevremde toplanmasından dolayı mı, derdest edilip götürüldüm? Sanki cürm-i meşhûd bir suçlu gibi muamele gördüm. Gariptir, onlar üç el tesbihlerin ticaretini yapacaklar, milyonlarca hacıya dağıtacaklar, siz ise, bunları çekemeyeceksiniz.. tabii çok garip geldi bana. Bütün bunlar karşısında kendi ülkemin kıymet ve değerini bir kez daha anladım.
İşin ilginç bir yanı da bu insanlara bir şey anlatmanın mümkün olmadığıdır. Sizin de bir Müslüman olduğunuzu söylemeniz bu insanları harekete geçirmiyor ve kurtuluşu bir daha bu gibi şeyleri yapmama üzerine bir mazbata imzalamakta buluyorsunuz. Aksi ise, hemen sınırdışı edilmek.. tabii haccınızı eda edemeden (!)
Şeytan'ın Sesi
Bir gün sabah namazı için yine ikinci kat mahfile çıkmıştım. Sabah namazını aynı duygular içinde kıldım. Namazdan sonra evrad ve ezkar ile meşgul oluyordum. Ansızın, kendini görmedim fakat sesini bütün baskısıyla vicdanımda duydum, şeytan bana: 'Hele buradan aşağıya bir kendini at' diyordu. Israrla birkaç defa bana 'Kendini buradan at' dedi. Ben: 'Kendimi buradan atmamın ne faydası var ki?' dedim. 'Olsun, sen at' diye cevap verdi. 'İyi ama niçin?' diye tekrar sordum. O yine, 'Zararı yok. sen kendini buradan at' diye ısrar etti. Ne olur ne olmaz, düşüncesiyle geriye çekildim. O esnada benden elli metre kadar ilerde Hacı Kemal'in de geriye çekildiğini gördüm. Zaten hacc müddetince birbirimizden ayrılmamıştık. Daha sonra kendisine başından geçen hadiseyi naklettim. Bana, 'Hocaın, aynı anda, ben de aynı şekilde bir baskıya maruz kaldım. Onun için geriye çekilmiştim' dedi. Demek ki, ikimizde aynı zamanda, aynı atmosfere bürünmüştük. Veya şeytandan gelen sinyaller, ruhlarımızın almacıyla aynı anda alınmıştı.
O sene azmetmiştim. Bütün talebe ve dostlarıma küçük de olsa birer hediye götürecek ve mutlaka onlara zemzem ikram edecektim. Cenab-ı Hak, bu niyetinde beni muvaffak kıldı. Bilhassa her talebeye bir gümüş yüzük hediye getirdim. Bazılarına hurma ve zemzem de ikram ettim. Bu o gün için bana çok büyük mutluluk veren bir hadiseydi. Çünkü talebelerimi çok seviyordum...
Kestanepazarı'ndan ayrıldıktan sonra nerede kaldınız? Bu arada ne gibi faaliyetler sürdürdünüz? Zaten bir müddet sonra 1971 muhtırası verildi. Bu arada siz de tutuk1andınız. Bütün bunlar nasıl oldu. Türkiye böyle bir zemine nasıl çekildi?
Kestanepazarı'ndan ayrılınca Güzelyalı'da bir eve taşındım. Günler geçmek bilmiyordu. Sanki saniyeler sene olmuştu. Halbuki, talebelerimin arasında bulunduğum günlerde; vaktin arkasından koşturuyor ve adeta zamanla yarışıyordum. Yapacağım işler ve yapmam gerekenler günün yirmi dört saat olması gerçeğine karşı pervasız bir, meydan okuyuş içindeydi. Başka türlü bu kadar işi bu kadar dar zamana sığdırmak nasıl mümkün olurdu ki? Halbuki şimdi vaktinin büyük kısmını okumaya ayırabiliyorum.
Gerçi, standartlaşmış bazı insanlar için benim şu andaki programım da çok yüklü sayılırdı. Bir kere bütün gecelerimi ev sohbetlerinde geçiriyordum. Haftanın bir-kaç gününde vaaz veriyor, dersler yapıyordum. Meşgul olunan üniversite talebelerinin sayısı gün geçtikçe artıyor ve onlarla meşguliyetim de yine vaktimi alıyordu. Fakat, yine de Kestanepazarı günleri bir başka bereketliydi. Hele o küçücük tahta kulübede verilen hizmet, bütün Türkiye sathında, hizmet adına gösterilen gayrete denk neticeler veriyordu.
- tarihinde hazırlandı.