Nafile Namazların Fazileti

Nafile Namazların Fazileti

a. Farzları Tamamlarlar

Nafile namazlar, “cebren li’n-noksan” teşrî kılınmıştır. Bunun mânâsı şudur; onlar farzlarda meydana gelecek herhangi bir eksikliği gidermek için eda edilir. Dolayısıyla bizim, beş vakit namazla birlikte onlara tahsis edilen revatib sünnetleri eda etmemiz, mânevî ve ruhî hayatımızda meydana gelen çeşitli yaraları tedavi edecek, günahlarımıza kefaret olacak ve eksik olan farz namazların yerine sayılmak suretiyle Cennet’e girmemize vesile olacaktır. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hakikati ifade eden bir hadisini, Hureys İbn Kabîsa (radıyâllahu anh) şöyle rivayet ediyor:

“Medine’ye geldim ve, “Ey Allahım! Bana salih bir arkadaş nasip et!” diye dua ettim. Derken Ebû Hüreyre’nin (radıyâllahu anh) yanına oturdum. Kendisine, “Ben, Allah’a bana salih bir arkadaş nasip etmesi için dua ettim. Bana, Resûlullah’tan işittiğin bir hadis söyle! Olur ki Allah Teâlâ ondan faydalanmamı nasip eder!” dedim. Bunun üzerine dedi ki: “Ben, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim: “Kıyamet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab Teâlâ, ‘Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nafilesi var mı?’ buyuracak. Böylece, farzın eksikleri nafile (namazları) ile tamamlanacak. Sonra diğer amelleri de bu minval üzere hesaptan geçirilecektir.”[1]

b. Allah’a Yakınlaşmaya Vesile Olurlar

Nafile namazların bir diğer mânâsı ise kurbet-i ilâhiyeye (Allah’a yakınlaşma) vesile olmasıdır. Cenâb-ı Hakk’a kurbet kazanma, O’nun sevgi dairesi içine girme demektir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şöyle ifade ederler: “Allah Teâlâ şöyle ferman buyurdu: ‘Kim, benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana yaklaşmasını nafile ibadetlerle devam ettirir, sonunda muhabbetime mazhar olur, onu severim. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli olur; kendisini daima hayra yürütürüm. Benden bir şey isteyince veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.’”[2]

Evet, insan, nafilelerle Allah’a yaklaşır, O’nun sevgisine mazhar olur. Allah (celle celâluhu) bir insanı sevince onu başkalarına da sevdirir. Ebû Hüreyre’nin (radıyâllahu anh) rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah bir kulu sevdi mi Hz. Cebrail’e, ‘Allah falanı seviyor, onu sen de sev!’ diye seslenir. Onu Cebrail de sever. Sonra Cebrail Aleyhisselam, sema ehline, ‘Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!’ diye nida eder, derken bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için yeryüzünde (insanlar arasına) hüsn-ü kabul vaz’ edilir. Allah (celle celâluhu), bir kula da buğzetti mi Cebrail’e, ‘Ben falancaya buğzettim sen de buğzet!’ diye seslenir. Ona Cebrail de buğzetmeye başlar. Sonra Cebrail sema ehline nida eder: ‘Allah (celle celâluhu) falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin!’ Sonra yeryüzünde onun için buğz vaz’ edilir.”[3] 

Demek bugün birkaç milyarı bulmuş nüfusuyla âlem-i İslâm, Allah’tan bir iltifat, inayet ve ihtimam görmüyorsa mahbub-u ilâhî olma durumunu kazanamamış olmasındandır. Hepimizin dileği Cenâb-ı Hakk’ın, mescide gelen, başını yere koyan bütün zümreleri kurb-u huzuruyla müşerref kılmasıdır. Ama çoğu defa camiye gelen insan bir vadide, Allah’ın rahmeti başka vadidedir. Kur’ân’la aynı vadide buluşamamış, dolayısıyla mescide gelirken de onun mânâsından habersiz gelmektedir. Böyle bir hâl, hiçbir zaman mescide reva görülemez. Oraya ancak hüşyâr (uyanık) bir gönülle gelinir; duyulan mehâbetten kalb titrer, göz yaşarır. Cenâb-ı Hakk’a tahsis edilmiş bir vakte ve O’nun adına yapılacak ibadetlere başka şeyler, başka niyetler karıştırılmaz. Bu şekilde değerlendirilen bir vaktin ân-ı seyyalesi, binlerce sene sürecek nursuz bir hayata tercih edilir.

c. Dereceleri Yükseltirler

Nafile ibadetler, kulun bir kısım günahlarına kefaret olması hasebiyle, ona derece kazandırır. Bu yüzden her nafilenin ayrı bir değeri vardır. Muhbir-i Sâdık (sallallâhu aleyhi ve sellem), mesela kuşluk namazıyla alâkalı şöyle buyurmuştur: “Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih (sübhânallah) bir sadakadır. Her tahmid (elhamdülillah) bir sadakadır, her tehlil (lâ ilâhe illallah) bir sadakadır. Emr-i bi’l-maruf bir sadakadır. Nehy-i ani’l-münker bir sadakadır. Kişinin kuşluk vaktinde kılacağı iki rekât namaz bütün bu sadakalara kâfi gelir.”[4]

Evet, insan vücudunda yüzlerce mafsal vardır. Bunların düzenli bir şekilde çalışması ve insanın onlar sayesinde rahatça eğilip kalkması ayrı bir nimettir. Diskopati hastalığına müptela olmuş bir insan için eğilip kalkmanın ne kadar zor olduğu ortadadır. Yine romatizmaya, siyatiğe maruz kalmış, dolayısıyla belinde ve bacağındaki ağrılarla kıvranan insanlar için rahatça ayağa kalkabilme ya da oturabilmenin ne büyük bir nimet olduğunu söylemeye zannediyorum gerek yoktur. Sadece ellerimizdeki parmak eklemleri bile hareketsiz bir kemik yapısından meydana gelseydi ne olurdu? Vücudumuzda bunun gibi pek çok eklem vardır.

Evet biz, tepeden tırnağa nimetlerle kuşatılmış bulunuyoruz ve bu nimetlerin hiç birini kendimiz kazanmadık veya onlar bizim liyakatimize binaen verilmedi. Dolayısıyla bütün bu nimetler şükür ister. Biz sadece gözümüzün açılıp kapanmasının şükrünü eda etmeye çalışsak hayatımızın sonuna kadar eda edemeyiz. Yanıma gelip saatlerce oturduğu hâlde, göz sinirleri felç olduğundan, göz kapaklarını hiç hareket ettiremeyen bir arkadaşın durumu aklıma geldikçe, hâlâ içimde bir ürperti hâsıl olur ve sadece göz kapaklarımızı dahi açıp kapayabilmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu hatırlarım. O arkadaş bana, “Hocam uyurken dahi kapatamıyorum, ancak elimle kapatırsam kapanıyor.” demişti.

Ya vücudun diğer organları! Göz ayrı bir nimet, kulak ayrı bir nimet, burun ayrı bir nimet.. Cenâb-ı Hak, güç ve kudretini göstermek için, et ve kemikten meydana getirdiği bu organları vücudumuza yerli yerince yerleştirmiş ve onlara büyük hikmetler takmıştır. Bizim de O’nun bu devamlı lütuflarına karşı her an şükürde bulunmamız gerekir. Hatta Sâdî’nin ifadesiyle, her nefes alış verişimizde O’na iki defa şükretmemiz gerekir.[5] Çünkü nefes alıp verişimiz bizim hayatımızı teşkil eder; nefes alışımızla oksijen alır, ciğerlerimizin temizlenmesini sağlarız; nefes verişimizle de karbondioksit gazını dışarı atar, vücudumuzu zehirli gazlardan temizlemiş oluruz. Vücudumuzdaki zararlı gazları dışarı çıkaramasak vücudumuz zehirlenir ve ölürüz; nefes alıp oksijenle ciğerlerimizi temizlemesek yine ölürüz.

Demek Allah (celle celâluhu), her nefes alışverişimizde hayatımızı bizlere iki defa bağışlamaktadır. O hâlde, hayatımızı –âdeta idam sehpasında– her defasında bizlere geri bağışlayan Allah’a şükretmemiz gerekmez mi? İşte Allah’ın formüle edip belli bir şekle koyduğu namaz, farzıyla, vacibiyle, nafilesiyle O’na karşı böyle bir şükrü eda etme imkânını bizlere bahşetmektedir.

Yine gece namazının önemini bildiren bir hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve, ‘Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim. Kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım.’ der.”[6] buyurur. Yani rahmet-i ilâhiye tenezzül eder, gönüllerimizde kenzen bilinir, kalbgâhımıza tecelli eder, liyakatimiz olmadığı hâlde yüzümüze bakar, kabiliyetimiz olmadığı hâlde gönlümüzü okşar, dua edenin duasını kabul eder, isteyenin istediklerini verir ve bağışlama talebinde bulunanları da mağfiretine mazhar eder, bağışlar.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatı boyunca söylediği sözlerin arkasında olmuş, geceleri kalkıp uzun uzadıya namaz kılmış ve Rabbisine yönelmiştir. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) validemiz bununla alâkalı yaşadığı bir tecrübeyi şöyle anlatır:

“Gece yanımda yatarken, bir ara Resûlullah’ı kaybettim. Evde yanan bir ışık da yoktu. El yordamıyla etrafı yoklayınca elim ayağına dokundu, başı secdedeydi. Sonra da kulak kesilip, ne dediğini dinledim. Rabb’ine şöyle yalvarıyordu: اَللَّهُمَّ أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ لَا أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ “Allahım! Senin rızanı şefaatçi kılarak öfkenden sana sığınıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan sana sığınıyorum. Senden yine Sana sığınıyorum. Sana, lâyık olduğun senâyı yapamam. Sen, kendini senâ ettiğin gibisin.”[7]

Evet, Hz. Âişe’nin de (radıyâllahu anhâ) müşâhede ve ifadeleri içinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabahlara kadar başı yerde, yüzü secdede Rabb’ine kullukta bulunuyordu. O hâlde sen, gündüz âleme, gece de Rabb’ine misafir gidecek, sadece O’nu duyacak, O’nu düşünecek, O’nun eşsiz sanatıyla kendinden geçeceksin. Bir sineğin, bir akrebin ısırıp sokmasından dahi ne kadar müteessir ve perişan olduğunu, gökte çakan bir şimşeğin dahi korkusunu sırtında taşıyan âciz vücudunun nasıl bir iradesizlik içinde olduğunu idrak edeceksin. Teneffüsünü sağlamakla büyük bir ihtiyacını karşılayan hava zerrelerinden, şakır şakır akan sulara, ondan da Allah’ın, ağaçların eliyle takdim ettiği meyvelere kadar muhtaç olduğun şeyleri ve kendi şahsi ve zati iktidarınla bunların binde birini dahi temin etmeye muktedir olmadığını düşünecek, sonra da bütün ihtiyaçlarını O’na havale edeceksin. Zira ihtiyaç dairesi sonsuz, iktidar dairesi ise alabildiğine dardır. Acz ü fakr nâmütenâhî, bunun karşısında sığınman gereken hasım ve düşmanlar ise bir hayli fazladır. Bu kadar büyük yükleri sırtında taşıyan bir varlık olarak, وَالَّذِينَ يَبِيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا “(Rahman’ın kulları) gecelerini Rabblerine secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler.”[8] ferman-ı sübhânisine inkiyat edecek, kendinden geçmiş gibi yatağından fırlayacak ve Rabb’in huzurunda el-pençe divan duracaksın. Kendi küçüklüğüne karşılık O’nun büyüklüğünü itiraf edecek, “Vermezsen alamam, ihsan etmezsen sahip olamam, lütfetmezsen bu geniş kâinatta hükmedip sözümü geçiremem.. bütün bunların hepsi Senden. Mülk bütünüyle Sana ait. Öyleyse minnet ve şükran da Sanadır Allahım!” diyeceksin.

İşte o zaman, kapısını çaldığın Zât seni içeri alacak, önemli bir misafir gibi karşılayacak ve izzet ü ikramda bulunacaktır. Bunun müjdesini Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kıyamet koptuğu zaman insanlar haşrolur ve göklerden şöyle bir nida gelir: ‘Rabb’inin rahmetini umarak ve O’nun azabından korkarak, gece yanlarını döşekten uzaklaştıran kimseler (rahatını, Rabb’ine ibadet için terk edenler, kısa gecelerde sabah namazına kalkanlar ve mescide koşanlar) nerede?’” Fahr-i Kâinat devamla şöyle buyurmuştur: “Sayıları az bir topluluk Rabb’in huzurunda toplanır. Allah emir verir, Cennet’e, kendilerine soru sorulmadan girerler. Sonra diğerleri hesaba çağrılır.”[9] hadisiyle vermektedir.

O hâlde mü’min, herkesin gaflete daldığı, kendi dost ve ashabına kavuştuğu bir zamanda huzura gelmeli ve, “Rabbim! Bütün gün başka şeylerin arkasından koştum, şimdi ise Senin kapını çalmaya geldim; herkes gözüyle başkasını aradı, başka şeylerin arkasına düştü, ben ise Senin peşindeyim ve Sana ulaşmak için çırpınıyorum.” deyip karanlık gecelerde Rabb’in kapısını çalmalı, O’na teveccüh etmeli ve Resûl-i Ekrem’in gece kalktığı zaman yaptığı şu dua ile Allah’a yönelmelidir:

اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ، لَكَ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ مَلِكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكَ الْحَمْدُ، أَنْتَ الْحَقُّ وَوَعْدُكَ الْحَقُّ، وَلِقَاؤُكَ حَقٌّ، وَقَوْلُكَ حَقٌّ، وَالْجَنَّةُ حَقٌّ، وَالنَّارُ حَقٌّ، وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ، وَمُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَقٌّ، وَالسَّاعَةُ حَقٌّ، اَللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ، وَبِكَ خَاصَمْتُ، وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ، فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ، أَنْتَ المُقَدِّمُ، وَأَنْتَ المُؤَخِّرُ، لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ

“Allahım, Rabbimiz! Bütün hamdler Sanadır. Sen, arz ve semavatın ve onlarda bulunanların kayyumu ve ayakta tutanısın, hamdler yalnızca Sanadır. Semavat, arz ve onlarda bulunanlar Senin mülkündür, hamdler yalnızca Sanadır. Sen, semavat ve arzın ve onlarda bulunanların nurusun, hamdler yalnızca Sanadır. Sen, semavat ve arzın ve onlarda bulunanların yegâne hâkimisin, hamdler yalnızca Sanadır. Sen haksın, vaadin de haktır. Ahirette Seninle mülâki olmak da haktır. Sözün haktır. Cennet haktır, Cehennem haktır. Peygamberler haktır, Muhammed de haktır, kıyamet de haktır. Allahım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim. Hasmına karşı Senin (bürhanın) ile dava açtım. Hakkımı aramada Senin hakemliğine başvurdum. İşlediğim/işleyeceğim kusuratımı affet. Gizli-açık yaptığım günahlarımı bağışla! Yükselttiklerini yükselten, ileri alan, alçalttıklarını alçaltıp geri bırakan da Sensin. Senden başka ilâh yoktur.”[10] Çünkü onun şerefi, gece kalkıp Rabb’in huzurunda el-pençe divan durmasında, bütün dertlerini O’na açmasında ve ağyardan istiğna etmesinde gizlidir.


[1] Tirmizî, salât 305; Nesâî, salât 9; İbn Mâce, ikâme 202.

[2] Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

[3] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, edeb 41, tevhid 33; Müslim, birr 157.

[4] Müslim, salâtü’l-müsafirin 84.

[5] Bkz.: Sâdî-i Şirâzî, Bostan ve Gülistan, s.309.

[6] Buhârî, teheccüd 14, daavât 14, tevhid 35; Müslim, salâtü’l-müsafirîn 168-170.

[7] Müslim, salât 222; Tirmizî, daavât 76, 113; Ebû Dâvûd, salât 340.

[8] Furkan sûresi, 25/64.

[9] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/169.

[10] Buhârî, teheccüd 1, daavât 10, tevhîd 8, 24, 35; Müslim, salâtu’l-müsâfirîn 199.

Pin It

Nafile Namaz, Teheccüd

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.