Sen bile farkında değilsen
Orhan Kemal Cengiz, hoş bir vak’a nakletti geçenlerde. Köy yakma hadiselerinin yoğun bir şekilde yaşandığı o karanlık günlerde bir vatandaşımız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ifadeye çağrılır. Mağdurdur, mazlumdur. Hâkimler sorar: “Sana kötü muamele edildi mi?” Anında cevap verir, her türlü zulme maruz kalan kişi: “Haşa! Hiçbir kötü muameleye tabi tutulmadım; devletimden memnunum.” Heyet şaşırır. Ayrıntılı sorulara geçilince anlaşılır gerçek. Vatandaş sorgusuz sualsiz nasıl derdest edildiğini, kışın ortasında günlerce camı kırık nezarethanede nasıl bekletildiğini vs. tek tek anlatmaya başlar. İşte o an zulmün fotoğrafı kare kare gün yüzüne çıkmaktadır.
Memleketin durumu, aynen yukarıda anlatılan vak’aya benziyor. İnsanlara cevrediliyor, gadrediliyor, zulmediliyor; ama öteden beri şuur altına yerleştirilen kutsamalar ve korkutmalar nedeniyle kişiler nasıl bir mezalime maruz kaldığını çoğu kez fark edemiyor. Bilinçaltı telkinler, devlete baba rolü biçince bazıları onun kulak çekmesini de tokat atmasını da makul görüyor herhalde. Dolayısıyla şöyle düşünüyor vatandaş: devlet değil mi; dövüyorsa sevgisinden, azarlıyorsa şefkatindendir...
Türkiye’de devlet-birey-toplum ilişkileri demokratik ve hukuki bir yörüngeye hâlâ oturtulamadı. Devlet nedir, ne için vardır, kime hizmet etmekle yükümlüdür, hayatımıza müdahale sınırı nerede başlar nerede biter?.. Bazı saftirik eşhasa göre devlet -haşa- Tanrı gibidir. O yüzden “devlete şirk koşulmaz” nevinden aforizmalara bile rastlanır. Bazen de melikler çağındaki ‘kardeş katli fetvaları’na bile müracaat edilerek demokrasilerdeki devlet-toplum ilişkisi yerle bir edilir. Sonuç? Tabii ki renkten renge girebilen korkunç bir zulüm.
Bu akıl dışı manzara bir yandan güç zehirlenmesi ile malul yönetim anlayışını işaretlerken diğer yandan kendi haklarının farkında olmayan bireyleri de açığa çıkarıyor. O yüzden şeffaf bir sistem kurulamıyor, hesap verebilir yönetimler işbaşı yapamıyor, demokratik denetim yolları açılamıyor... Vatandaş; yolsuzluk, rüşvet, ihtikar, ihtilas gibi suçları işleyenlere: “Devletin patronu benim; sen benim vergimle ayakta duruyorsun, kaynakları iyi kullanmak, anayasa ve yasalara uymak zorundasın, hiçbir kişiyi ötekileştiremezsin, toplumu kamplaştıramazsın” diyemiyor.
Vergi bilinci yok ki, fert devletini denetleyebilsin. Ceberut devleti sigaya çekmekle yükümlü muhalefet (partiler, anayasal kurumlar, sivil toplum, medya…) kendi meşruiyetini yeterince izah edemediği ve halka hesap sorma kültürünü anlatamadığı için keyfî yönetimlerin biri gidiyor, diğeri geliyor. Dün birileri “Kodu mu oturtturan komutanlar” üzerine güzelleme yapıyordu; bugünde birileri sandık despotizminin goygoyculuğunu yapıyor. Üstelik İslamî argümanlar getirmeye yeltenerek…
Allah aşkına etrafınıza bir bakın ve sıra size gelmeden mazlumların sesine kulak verin. Herkesin fişlendiğini, dışlandığını, ötekileştirildiğini göreceksiniz. Geçen hafta ortaya çıkan son fişlemelerdeki cinnet, meselenin nasıl her kesimi içine alan tımarhanelik bir insan avına dönüştüğünü izah etmeye yeter; artar bile. “Ülkücü, solcu, Alevi…” yani kendinden olmayan herkese bir yafta, herkese bir suçlama…
Bugüne kadar vergi memurlarının bu kadar keyfî denetim yaptığına şahit olan biri varsa çıksın söylesin. İktidar partisinin kulu-kölesi olmayan herkese gözdağı veriliyor. Bu feci muamelenin ilerde büyük bir davaya dönüşmemesi, başta Maliye Bakanlığı yetkilileri olmak üzere pek çok bürokratın hukuk karşısında hesaba çekilmemesi mümkün değil.
Suçtur bu!
Bu ülkede zulüm, gücünü mazlumun sessizliğinden alıyor. Mazlum ise çoğu kez durumun farkında değil. Kendisine yapılanlara müstahak olduğunu ya da devletin öyle bir hakkının var olduğunu sanıyor. İşte sistematik bir örnek: Belediyeler kültürel faaliyet adı altında sohbetler, paneller, kutlamalar, anma törenleri vs. yapıyor. Malum kalemşörlerin beslendiği kaynaklardan biri de bu. Peki, belediyeler ödemeyi hangi kaynaktan yapıyor? Tabii ki bizim vergilerimizden. Vergileri toplarken insanları eşit kabul ediyor; ancak hizmet götürürken durum hiç de öyle olmuyor. Elâlemin parasıyla hovardalık yapar gibi vatandaşın vergisi bir siyasi görüşe peşkeş çekilebilir mi? TRT ve Anadolu Ajansı da öyle. Vatandaşın (Sağcısıyla, solcusuyla, Alevi’siyle, Kürt’üyle, cemaatleriyle, tarikatlarıyla…) vergisiyle ayakta dur; sonra kalk bütün imkânlarını bir siyasî partinin ayaklarının altına paspas yap. Yandaşlarını yücelt, ‘ötekileri’ni aşağıla... Suçtur bu! Görevi kötüye kullanma, ayrımcılık, nefret suçu…
Devlet imkânı yandaş kurnazlık ve hoyratlıkla çarçur ediliyor. Ve hesabı sorulamıyor. O kadar ki iktidar sahipleri arada bir öfkelenip “Madem öyle; bir daha geçme bu köprüden! Kullanma bu treni” gibi trajikomik lafları meydanlardan haykırabiliyor. Ve maalesef vatandaşlık şuuruyla insanlar ayağa kalkıp “Bunlar senin babanın malı ile değil; benim vergimle yapılıyor” diyemiyor. Belki de çoğunluk her gün ödediği verginin farkında bile değil.
Anahtar senin elinde ey vatandaş! İktidarlar senin paranla iş yapıyor. Sen devlete verdiğin verginin ne manaya geldiğini bir gün hakkıyla çözersen ve hesap sorma şuuru ile asıl patronun bizzat sen olduğunu anlarsan despotik sistemi, demokratik sisteme dönüştürürsün. Kimse de kalkıp senin paranla hanlar, hamamlar, saraylar yapamaz. Makam araçlarının sahibi de sensin; görkemli çalışma ofislerinin de... Sen gerçeği tastamam haykırmadıkça her gelen senin sırtına biner ve buna müstahak olduğunu kulağına üfler. Hayır! Patron millet, hizmetçi devlettir. Bundan ötesi, diktatörlüktür. Ey patron! Bunu sen bile fark edemiyorsan zulüm nasıl zeval bulacak ki!..
Ah Neron vah Neron
Püff Mizah ekinin ilk sayısında küçük bir karikatür hem gülümsetiyor hem de düşündürüyordu. Roma cayır cayır yanarken, olacak ya, televizyon kameraları ve mikrofonlar Neron'a yönelmişti. Neron, “Paralel medya kaos varmış gibi gösteriyor, olayları körüklüyor” diye demeç veriyordu.
Tabii ki; o meşhur Roma yangınında ne televizyon vardı ne de gazete. Muhabir kadrosu Neron'un peşinde koşmuyordu. Milattan sonra 64 yılında çıkan büyük yangın 19 Temmuz'da başlamıştı. Beş gün süren felaket, bazı bölgeleri topyekûn kül etmiş, bazı bölgeler kısmen zarar görmüştü.
Yangını kimin çıkardığı konusunda kesin bir bilginin olmadığını söylüyor tarihçiler. Yaygın kanaat, Neron'un Roma'yı yaktığı, şehir alevlerle boğuşurken diktatörün sahne kostümleri giyerek lir çalıp şarkı söylediği şeklindedir. Bu iddianın aslında bir efsaneye dayandığını, o esnada şehir dışında bulunan Neron'un yangını duyar duymaz Roma'ya döndüğünü söyleyenler de var. Yangının Neron'un üzerine yapışmasının bir nedeni de onun eski Roma'dan kurtulma, yeni bir Roma inşa etme arzusuydu. Neron, yeni kurulacak yerleşim merkezlerinde geniş caddeler yapmayı ve görkemli bir saray kurmayı hayal ediyordu. Nitekim o debdebeli saray, yangından sonra çok büyük bir alanda inşa edilmiş, Neron'un yaklaşık 40 metrelik bronz heykeli sarayın girişine yerleştirilmişti… Her neyse…
Roma'yı Neron mu yaktı; yoksa Circus Maximus'un bir köşesindeki küçük dükkânlarda başlayan yangın bir kaza mıydı; tam bilinemiyor. Daha net bilinen bir gerçek var: Neron, o feci felaketten sonra bir günah keçisi aramış ve şehrin bir köşesinde asude bir hayat süren dindar bir topluluğu suçlu ilan etmişti. İmparator emreder de sözü yerde kalır mı? Mahkemeler kuruldu onlar için, itirafçılar bulundu, işkenceler yapıldı, koyu bir propaganda eşliğinde o insanlar hedef haline getirildi. O mütevazı topluluğa yapılan zulüm Neron'u aklayabildi mi? Hayır. Aradan 2 bin yıl geçti hâlâ Roma'nın üzerinde Neron'un gölgesi var...
Püff'teki karikatürü görünce çağrışımlar beni eski Roma'ya kadar götürdü. 'Karikatür işte!' deyip ciddiye almamak da mümkün. Keşke bir de Âkif, “Tarih’i tekerrür diye ta’rif ediyorlar / Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” demeseymiş…
Panorama
Avrupa Parlamentosu'nun ezici bir çoğunlukla hükümete uyarıda bulunması, basın özgürlüğünü vurgulaması boşuna değil. Türkiye, demokrasisini güçlendirip geliştirirken ve reformist adımlar atarken Avrupa'dan çok büyük destek alıyordu. Benzer adımlar atsa aynı ilgiyi bugün de görür. Ancak bu ülkeyi dış dünyaya kapatıp, kendinden olmayan her düşünceyi boğmaya kalkışırsan, buna ne millet razı olur ne özgür dünya. Keşke bu ülkeyi yönetenler ciddi bir muhasebe yaparak demokratik yol haritasına yeniden dönebilse. Yoksa korkarım, daha çok itibar kaybı yaşanır…
Asr-ı Saadet'te her mümin “fedaeke ebî ve ümmî Ya Resulallah!”(Anam babam sana feda olsun Ya Resulallah) derdi. Kıyamete kadar da öyle der her mümin. O'na ve O'nun getirdiği değer hükmüne sahip çıkmak her müminin boynunun borcudur; ancak eline silah alıp insanları öldürmek Hazreti Muhammed'i (sas) doğru anlamak da değildir, doğru anlatmak da. Birileri İslam'ı ‘terör dini' gibi göstermek için çırpınırken birileri de terör yoluyla o karanlık senaryoda figüranlık yapıyorsa bunun Peygamber sevgisi ile izahı yapılamaz. Hazreti Peygamber'i (sas) sevme iddiası O'nu yaşamak ve yaşatmakla ispatlanır; katliam yaparak değil...
Birileri kafa karıştırarak fitne üretmeyi bir maharet sayıyor. Paris'te karikatüristlerin terör eylemleriyle öldürülmesine karşı çıkmak demek Peygamber Efendimiz'le (sas) alay eden karikatürleri destekliyoruz anlamına gelmez. O manaya gelseydi Başbakan Davutoğlu, Paris'teki yürüyüşe katılmazdı. Başbakan'ın katılımına gıkı çıkmayanların aynı tavrı gösteren başkalarını tekfir edecek kadar azgınlaşması ne kadar hazin bir tablo! Ayrıca içinde bulunduğu partide kendi kutsallarına karşı onca saygısızlık yapılırken suspus olanlar, başkalarına karşı ha bire efelenince samimiyet testinden sınıfta kalmış olmuyor mu?
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ekrem-dumanli/sen-bile-farkinda-degilsen_2272031.html
- tarihinde hazırlandı.