AKP ve Diyanet’in Din İstismarı
Diyanet, kontrollü 15 Temmuz darbesinden iki hafta sonra gerçekleştirdiği din şurası kararlarını Fetö: Örgütlü Bir Din İstismarı (2016) ismiyle neşretti. Bundan bir yıl sonra Hizmet hakkında hazırladığı rapora, Kendi Dilinden FETÖ: Örgütlü Bir Din İstismarı ismini verdi. Aynı yıl kolektif bir çalışmanın ürünü olarak neşrettiği diğer bir çalışmanın adı da Fetö: Örgütlenmiş Din İstismarının Tahlili idi. 2018 yılında hazırladığı başka bir kitapçığı ise Fetö: Din İstismarının Arkasına Gizlenen Terör Örgütü ismiyle yayınladı. Aynı şekilde Diyanet aylık dergisinin Eylül 2016 sayısını da Din İstismarı başlığıyla dosya çalışması olarak neşretti.
Kitap içerikleri hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir insan bile, sadece kitap isimlerinden hareketle Diyanetin, Hizmet hareketine yönelttiği en önemli suçlama hakkında doğru bir tahmin yürütebilir. Hiç şüphesiz Diyanet nazarında Hizmet, dini istismar eden bir harekettir. Elbette bu, Diyanet’in Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ve Hizmet hareketine yönelttiği tek suçlama değildir. Diyanet, son 5-6 yıllık süreçte siyasî iradenin talepleri doğrultusunda Hizmet hareketini karalamayı kendisine temel bir vazife edindi. Hem Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinin desteği hem de ilahiyat fakültelerindeki bazı hocaların katkılarıyla sistematik bir karalama kampanyası başlattı ve Hizmet hareketi hakkında akıl almaz iddia ve iftiraları ortalığa saçtı.
Biz, konunun doğru anlaşılabilmesi ve meselenin bütün derinliğiyle görülebilmesi adına burada ve bundan sonraki yazılarımızda öncelikle farklı yönleriyle din istismarı üzerinde duracak, sonrasında Diyanet’in, Hizmet hareketine yönelttiği temel suçlamaları verecek, ardından Diyanet’in böylesi bir karalama kampanyasına dahil olmasının sebeplerini analiz edecek ve son olarak da iktidar erkinin taleplerini karşılama adına din istismarının nasıl istismar edildiğini ortaya koymaya çalışacağız.
Din İstismarı
Arapça bir kelime olan ve istismarla aynı kökten gelen semere, meyve, ürün, mal gibi anlamlara gelir. İstismar da bu meyve ve ürünlerin devşirilmesi ve onlardan istifade edilmesi demektir. İstismar, daha genel anlamıyla bir şeyden fayda ve menfaat sağlama anlamında kullanılır. Fakat dilimizdeki anlamı bundan farklıdır. İstismarın Türkçedeki kullanımı tamamıyla olumsuz anlamdadır. Bir şeyi haksız yere şahsî çıkarları için kullanma, sömürme ve suiistimal etme anlamlarına gelir.
Din istismarı ne demektir?
Din istismarı denildiğinde, dinin vaz olunuş maksadının dışında şahsî hesaplar adına kullanılması, maddî ve dünyevî çıkarlara alet edilmesi anlaşılır. Bir yönüyle din istismarı, insanların dinle, mukaddesatla ve Allah’la aldatılması demektir.
Sırf dünyevî ve maddî menfaatler uğruna hadis uydurmanın, bâtınî yorumlara başvurmanın, muhtemel yorumlardan birini mutlaklaştırmanın, ayet ve hadisleri bağlamından kopararak yorumlamanın da bir çeşit din istismarı olduğunda şüphe yoktur. Aynı şekilde dikkat çekebilme adına marjinal görüşler ortaya atma, eleştiri ve muhalefetin yıkıcı etkisinden faydalanarak meşhur olmaya çalışma gibi faaliyetler de din istismarının farklı çeşitleridir.
Din istismarı denildiğinde öncelikle anlaşılan mana, dinin siyasal istismarıdır. Siyasiler ya iktidar gücünü ele geçirme ya da devam ettirme adına öteden beri dini istismar edegelmişlerdir. Zira siyasiler açısından meşruiyet sorununu çözebilecek en güçlü değer, dindir. Fakat şunun da hatırdan çıkarılmaması gerekir ki, dinin siyasal istismarının temelinde de bireysel istismar yatar. Çünkü din gücünü arkasına alarak iktidarını pekiştirmek isteyen kimselere bakıldığında, bunların genel itibarıyla hırslarının kurbanı olmuş iktidar delisi insanlar olduğu görülür. Dolayısıyla dinin; kurumlar, gruplar veya devlet tarafından istismar edildiği durumlarda da psikolojik faktörlerin göz ardı edilmemesi gerekir. Neticede din istismarının temelinde, insanın aşırı bencilliği ve kendi çıkarlarına düşkünlüğü yatar.
Din istismarcıları dini; şahsî, iktisadî, siyasî hedefleri uğruna araçsallaştırdıkları ve bundan menfaat elde ettikleri için, bu tür kişiler için “din tacirleri” veya “din bezirganları” gibi isimler kullanılır. Din istismarının şer’î ıstılahtaki karşılığı ise riyakârlık, münafıklık ve sahtekârlıktır. Din istismarının karşıt anlamı olarak da içtenlik, samimiyet ve ihlâs gibi kavramlar kullanılır.
Din İstismarının Sebepleri
İnsanlar, dindar görünmenin kendilerine sağlayacağı bir kısım imtiyazlardan, maddî veya manevî getirilerden faydalanma adına din istismarına başvururlar. Bunu da ya dindar olmadıkları halde dindarmış gibi görünerek ya kendilerini olduklarından daha fazla dindar göstererek ya da dindarlıklarını görünür kılarak yaparlar. Gerek olmadığı halde ibadetlerini izhar etme, ağzından dinî kavramları düşürmeme, dinî kisvelere bürünme ve dindarlığını başkalarının gözüne sokma din istismarcılarının sıkça başvurduğu davranışlardır.
Farklı bir ifadeyle insanları din istismarına sevk eden faktör, dindar olmanın halk nazarındaki itibar ve güveninden faydalanmaktır. Yani dindarlıklarını başkalarına satarak bunun ekmeğini yemektir. Kişi veya gruplar, davranışlarının toplumsal onay görmesi, gayrimeşru davranışlarını meşru gibi gösterme, ekonomik çıkarlar elde etme, siyasî nüfuz kazanma, makam ve payeler elde etme, toplumsal bir kısım imtiyaz ve ayrıcalıklara kavuşma, şahsî emel ve arzularına ulaşma gibi sebeplerle de dinin gücünden veya halk nazarındaki kredisinden istifade etmek isteyebilirler.
Din İstismarının Ölçütü
Dinî mükellefiyetleri ihlâsla yerine getirmek de insana, dolaylı yoldan da olsa, bazen maddî faydalar sağlayabilir. İlim ve irfan sahibi olmanın, dindar ve müttaki bir hayat yaşamanın dünyada da getirileri olabilir. Sırf neticelerden yola çıkarak bu tür şahısların “din taciri” ilan edilmesi, büyük bir kul hakkı ve ağır bir vebal olur.
Din istismarı yapanlarla yapmayanları birbirinden ayırmanın temel ölçütü, niyettir, samimiyettir. Niyet ve maksatlar bilinmeksizin sadece davranışların sonuçlarına bakarak önüne geleni din istismarıyla suçlamak, en az din istismarı kadar yıkıcı ve tahrip edicidir. Bizzat din istismarı suçlamasının kendisi de; dindar insanlar üzerinde baskı oluşturma, dinlerini özgürce yaşamalarına engel olma veya belirli şahıs ve grupları itibarsızlaştırma adına istismar edilebilir.
Biraz daha açacak olursak, din istismarının rasyonel ve objektif bir kriterini vaz etmek çok zordur. Söz konusu kavram oldukça muğlak ve göreceli bir anlam içeriğine sahiptir. Bu sebeple din istismarı suçlamasının bizzat kendisi de her an istismara dönüşebilir. Bazıları din istismarı kavramının arkasına gizlenerek samimi mü’minlere zarar verebilir, onların samimi niyetlerle yaptıkları hayır faaliyetlerine değişik kulplar takabilir. Bazıları da başka mezhep ve meşrepleri din istismarcısı gibi göstererek, bununla kendi görüşlerini öne çıkarmak, kendilerini dinin tek temsilcisi gibi göstermek isteyebilir. Kimsenin kalbini, niyetini ve maksadını bilemeyeceğimize göre asıl olan, ortada somut deliller olmadığı sürece kimsenin din istismarıyla suçlanmamasıdır.
Bununla birlikte miting meydanlarında Kur’ân sallama, sürekli siyasal içerikli hutbeler okuma, demokratik bir sistemde belirli bir partiye oy vermeyi dinî hükümlere bağlama, haramlığında şüphe bulunmayan yolsuzluklara dinî kılıflar bulmaya çalışma gibi her tarafından tekellüf ve tarafgirlik dökülen davranışların din istismarı olarak görülmesinin, niyet okumayla bir alakası olmadığını da ifade etmek gerekir. Burada önemli olan nokta, kimin din istismarı yapıp yapmadığıyla ilgili değerlendirmenin, suizan ve niyet okumaya değil, bizatihi ortaya konulan fiil ve davranışların niteliğine bağlanmasıdır.
Din İstismarının Zararları
Din kim tarafından istismar edilirse edilsin, bu hem din istismarcılarına hem istismar edilen şahıslara hem toplumun geneline hem de bizzat dine zarar verir. Din istismarcıları, ibadet ü taatlerinde sadece Allah rızasını gözetmek yerine insanların rızasını gözettikleri için, yaptıkları salih ameller boşa gider, hatta onlar için bir günah yüküne dönüşür. Er-geç din istismarcılarının maskesi düşer, şahsî hesapları adına dinî değerleri bile sömürebilen nasıl bencil ve ahlaksız insanlar olduğu anlaşılır, itibar ve güvenilirliklerini kaybederler.
İstismara maruz kalan, daha doğrusu dinle, Allah’la aldatılanlar açısından da maddî manevî pek çok zarar ortaya çıkar. Onlar, dindar olduklarını ve dini temsil ettiklerini düşündükleri kişiler tarafından sömürüldüklerini fark ettiklerinde, bütün Müslümanlara şüpheyle bakmaya başlar, iyi niyet duygularını kaybederler.
Ayrıca dindarlığın prim yaptığını ve amaca ulaşma adına nasıl kullanışlı bir araç olduğunu gören başkaları da buna tevessül eder. Bu da toplumda nifak, yalan, ikiyüzlülük ve sahtekarlığın yayılmasına sebep olur. Neticede değerler aşınır, toplumda güven bunalımı ortaya çıkar, huzur ve iç barış yara alır ve insanlar dinden soğurlar.
Bu sebeple Kur’an, bir çok ayetiyle mü’minleri din istismarına karşı uyarır. Mesela bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Çok hilekâr ve aldatıcı (şeytan ve din istismarcıları) sizi Allah ile aldatmasın.” (Lokman, 31/33; el-Fâtır, 35/5; el-Hadîd, 57/14) Ayrıca Cenab-ı Hak, bir çok âyet-i kerimede, “Âyetlerimi az bir fiyatla, yani dünya menfaati karşılığında satmayın.” (el-Bakara, 2/41) buyurarak, dinin istismar edilmesini şiddetle men eder.
Diğer bir âyette din istismarcılığının nasıl bir uhrevî kayba sebebiyet vereceği şöyle anlatılır: “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip onu birkaç paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlara son derece acı bir azap vardır.” (el-Bakara, 2/174. Ayrıca bkz. el-Bakara, 2/79; Âl-i İmrân, 3/77, 187, 199; el-Mâide, 4/44, 106; et-Tevbe, 9/9; en-Nahl, 16/95)
Allah, zikredilen âyetlerde din istismarını yasakladığı gibi, birçok ayet-i kerimede ise dinin yalnızca Allah’a has kılınmasını, yalnız O’na ibadet edilmesini ve dinî yaşantıda ihlâslı olunmasını emretmiştir. (Bkz. el-Beyyine, 98/5; ez-Zümer, 39/2, 11, 14; el-A’raf, 7/29)
Tarihte yaşanan hâdiselere bakıldığında, özellikle zorba ve zalim yöneticiler tarafından dinin defaatle istismara konu edildiği görülür. Mesela Emevi ve Abbasi halifelerinin, otoritelerini güçlendirme adına “Allah’ın halifesi”, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi lakaplar kullanmaları bunun çarpıcı misallerinden biridir. Sıffin savaşında yaşanan hakem olayı da aynı minvalde değerlendirilebilir. Zira Muaviye taraftarları, muhaliflerini barışa zorlamak için, mızraklarının ucuna taktıkları Kur’an sayfalarıyla dini istismar etmişlerdir.
Aynı şekilde güç ve iktidarın kaynağını göklerde arayan bütün teokratik sistemler, kendini kutsal bir zırha bürüyerek her türlü eleştiri ve sorgulamanın önünü alan bütün despotlar dini istismar etmişlerdir. İmamların ilahî nasla tayin edildiğine inanan ve onları masum gören Şia, dini istismar etmiştir. Ortaçağ boyunca bütün sosyal, siyasi ve dinî alanları hegemonyası altına alan ve büyük servetlerin sahibi olan Kilise, çok boyutlu ve sistematik bir din istismarı yapmıştır. Emevilerin sırf muhaliflerini itibarsızlaştırma ve yok etme adına bizatihi hutbelerden Şia’ya yönelttikleri ağır eleştiri ve hakaretler de din istismarının diğer bir örneğidir.
Maalesef zorba yöneticilerin, muhaliflerini diskalifiye etme ve düşmanlarını yok etme adına kullandıkları en önemli silahlardan birisi, din istismarı olagelmiştir. Onlar öncelikle ezmek ve yok etmek istedikleri şahıs veya grupların dindarlıklarını ve din anlayışlarını sorgulamaya açmış, onların dinî ve entelektüel otoriteleri hakkında şüphe uyarmış, arkasından onları tadlil ve tekfir etmiş, sonrasında da devletin devasa güç ve şiddet aygıtlarıyla onları ezmişlerdir.
Kısaca tarih boyunca dini, siyasi emellerine alet eden, dinin sağladığı meşru otoriteyi şahsî nüfuzuna dönüştüren ve böylece siyaseti ve devleti soysuzlaştıran din istismarcıları hiç eksik olmamıştır.
AKP’nin Din İstismarı
Günümüzde de bu durum değişmemiştir. Dindarlığın prim yaptığı bütün ülkelerde, politikacıların halka dindar pozlar vermeleri, kendilerini dinin ve Müslümanların hamisi gibi göstermeleri sıklıkla karşılaşılan örneklerdir. Onlar, kâh ellerinde Kur’an’la miting meydanlarına çıkarak, kâh cami pozları vererek, kâh dillerinden mukaddes değerleri düşürmeyerek halkı aldatmaya çalışmışlardır. Hatta her fırsatta dini, toplumsal ve siyasal hayattan tecrit etmeye çalışan ve dine karşı olabildiğince mesafeli duran politikacılar dahi, kendilerini halka kabul ettirebilmek için yer yer dinin meşrulaştırıcı gücünden istifade etmeye çalışmışlardır.
Özellikle 2010 yılından sonra Erdoğan ve AKP iktidarı da hem iktidarlarının bekasını temin edebilme hem de muhaliflerini cezalandırabilme adına sistematik bir din istismarına giriştiler. Bu din istismarı bazen bizzat siyasiler, bazen de arkalarına aldıkları Diyanet eliyle gerçekleşti. Köşe bucak açtıkları imam hatip ve ilahiyatlarla, kendilerine biat eden cemaatlere sundukları sınırsız destekle, Diyaneti AKP’nin gölge sözcüsü hâline getirmekle, Erdoğan’ı İslâm halifesi, hükümeti de Müslümanların hamisi gibi göstermekle, dinî özgürlüklerin önündeki baskıcı uygulamaları kaldırma vaatleriyle sürekli dindarlıklarını oya tahvil etmeyi hedeflediler. İlahiyatçı hocalardan aldıkları fetvalarla konumlarını güçlendirmeye, kanun ve ahlak dışı politika ve icraatlarını meşrulaştırmaya çalıştılar.
Din istismarı için, dönemin AKP Sivas Milletvekili İsmet Yılmaz’ın, “Belediye başkan adayı Hilmi Bilgin’e vereceğiniz destek, kıyamet günü beraat belgelerinizden biri olacak.” şeklindeki sözünden daha iyi bir örnek gösterilebilir mi? AKP İstanbul milletvekili Oktay Saral’ın, “Allah, Başbakanımızı bizim başımıza nasip ettiği için her gün iki rekat şükür namazı kılmamız gerekir.” şeklindeki sözü bir din istismarı değil midir? AKP Çorum Milletvekili Murat Yıldırım’ın, Erdoğan’ı ümmetin lideri olarak ilân etmesine ne demek gerekir? AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin’in, “Erdoğan’a dokunmak bile ibadettir.” sözünü açıklamak için “din istismarı” kavramı bile yetersiz kalmaz mı? AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan, “Erdoğan, Allah’ın tüm vasıflarını üstünde toplayan bir lider.” şeklindeki sözüyle neyi amaçlamaktadır? Başbakan’ın sözünü peygamber sünneti olarak takdim eden AKP Çorum Milletvekili Agâh Kafkas’ın dini siyaset alet etmediği söylenebilir mi? Egemen Bağış’ın, “Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük liderinin doğmasına vesile olduğu” iddiasıyla Rize, İstanbul ve Siirt’i mübarek ilan eden sözlerini nereye koyacağız?
Bütün bunların yanında Yasin Aktay’ın, “Erdoğan’ı görünce salavat getiririz”, Efkan Ala’nın, “Peygamber hata yaptı, biz yapmadık.”, Metin Külünk’ün, “Peygamberin de diploması yoktu.” şeklindeki sözleri dinin, siyasi emeller uğruna araçsallaştırılması değil midir?
Peki, bir kısmı İslâm itikadı açısından son derece problemli olan bütün bu sözlere iktidarın ve Diyanet mensuplarının sessiz kalmasını nasıl izah edeceğiz? Malum olduğu üzere fıkıhta genel bir kaide vardır: “Ma’raz-ı hacette sükût beyandır.” Yani bir kişi konuşması gerektiği yerde konuşmazsa bu, ikrar sayılır.
AKP’nin siyasal hedeflerine ulaşması adına dini payanda yapanlar elbette sadece milletvekilleri değildir. Pek çok ilahiyatçı da bu koroya eşlik etmiştir. Mesela Harran Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ramazan Taşaltın’ın şu sözlerini misal verebiliriz: “İslamî olarak cumhurbaşkanına itaat etmek farzı ayın’dır. Karşı gelmek de harpten kaçmak manasına gelir, haramdır.”
Aynı şekilde medyada sıkça karşılaştığımız falan partiye oy vermek farzdır, filan partiye oy vermek haramdır, şeklindeki sözler de dinin siyasallaşmasının ve bir partinin hizmetine sunulmasının çarpıcı birer misalidir. Daha önceki yazılarımızda Hayrettin Karaman’ın doğrudan AKP iktidarını destekleyen fetva ve görüşleri üzerinde yeterince durduğumuz için burada tekrar ona yer vermiyoruz.
Diyanet’in Din İstismarı
Diyanet ise AKP’nin din istismarını anlama adına hassaten üzerinde durmayı hak ediyor. Diyanetin temel kuruluş amacı, dini kontrol altında tutmaktır. Bunun yanında Diyanet, farklı hükümetler tarafından zaman zaman devlet politikalarını meşrulaştırma aracı olarak da kullanılmıştır. Fakat AKP zamanında özellikle Mehmet Görmez’le birlikte tamamıyla hükümetin güdümüne girmiş ve parti teşkilatı gibi çalışmaya başlamıştır. Televizyon kanalları, gazeteler, sosyal medyada aktif olan trol ordusu, devlet destekli diziler ve AKP il ve ilçe teşkilatlarının yanı sıra Diyanet kurumu da hükümetin en önemli propaganda araçlarından biri haline gelmiştir. AKP hükümeti zamanında, tarihinde devletten en büyük maddi desteği alan Diyanet İşleri, yaptığı basın açıklamalarıyla, Cuma hutbeleriyle ve yayın organlarıyla sürekli maşeri vicdanı hükümet politikalarına uygun olarak şekillendirmeye çalışmıştır.
Hiç şüphesiz Diyanet’in hükümete verdiği en büyük destek, AKP’nin Hizmet hareketine karşı başlatmış olduğu cadı avına dinî bir meşruiyet kılıfı giydirmeye çalışması olmuştur. 17-25 Aralıkta ortaya saçılan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları hakkında tek kelime etmeyen/edemeyen Diyanet, dinî-ahlakî yapısı müsellem bir hareketi kamusal vicdanda mahkum etme adına her türlü algı operasyonuna başvurmuştur. Bazen üstü örtük mesajlarıyla, bazen ima ve göndermeleriyle, bazen de açıktan hedef alarak, halkın zihnine ve gönlüne hizmetfobia duygu ve düşüncesini ilmik ilmik işlemiştir.
Bir taraftan Müslümanları birlik ve beraberliğe çağırmış, onlara din kardeşliğini hatırlatmış, tekfirciliğin zararları üzerinde durmuş; fakat diğer taraftan ülke insanı üzerinde çok büyük emekleri olan bir Hareketin mensuplarına karşı oldukça ayrıştırıcı ve bölücü bir dil kullanmada hiçbir beis görmemiştir. Fasık, fitneci, bozguncu ve münafıklar hakkında nazil olmuş bir çok ayeti Hizmet mensuplarıyla ilişkilendirerek, sürekli onlara karşı kin ve nefret duyguları aşılamıştır.
Kısacası siyasilerin günahları ve yanlışları karşısında ağzını bıçak açmayan, hatta bunları normalleştirmeye ve meşrulaştırmaya çalışan Diyanet, sahip olduğu bütün güç ve imkânları, küresel ölçekte etkili olan dinî, sosyal ve entelektüel bir hareketi bitirme istikametinde seferber etmiştir. Neticede gerek siyasi iktidar gerekse Diyanet teşkilatı, din istismarı alanında çalışma yapacaklar için arkalarında muazzam bir vaka örneği bırakmışlardır.
Dinin siyasete alet edilmesinin ve din istismarının âlâsını yapan Diyanet’in, sürekli Hizmet hareketini din istismarıyla suçlaması ise herhalde psikolojideki “yansıtma” tekniğiyle izah edilebilir. Tıpkı siyasi irade gibi Diyanet de, kendisinde bulunan kusur ve hataları Hizmet hareketine yamamak suretiyle bir taraftan vicdanını rahatlatmaya, diğer yandan da kusurlarını gizlemeye çalışmıştır.
Maksadımız, Diyanetin Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketi aleyhine dile getirdiği iddia ve iftiralara cevap vermek değildir. Bunun için çok daha geniş ve derinlikli çalışmalara ihtiyaç vardır. Yer yer dile getirilen iddia ve suçlamaların ne kadar yersiz, delilsiz ve garazlı yapıldığını gösterme adına cevap mahiyetinde bazı açıklamalar yapmış olsak da, buradaki asıl maksadımız, Diyanet’in siyasallaşmasının ne gibi vahim neticeler doğurduğunu göstermeye çalışmak, din istismarının nasıl yıkıcı ve tahrip edici boyutlara ulaşabildiğine dikkat çekmektir.
Şunu da ifade etmeden geçemeyeceğiz. Biliyoruz ki dile getirilen iddia ve iftiralar, yapılan hakaret ve karalamalar, bunların kendileriyle, içinde bulundukları hareketle ve saygı duydukları bir şahsiyetle uzaktan yakından alakası olmadığını bilen Hizmet gönüllüleri için son derece üzücü ve rahatsız edicidir. Fakat Diyanet eliyle gerçekleşen tahribin boyutlarını, kin, düşmanlık, haset ve tarafgirliğin insana neler yaptırabileceğini, en masum ve temiz insanların dahi siyaset canavarının dişlileri arasında nasıl ezilebileceğini gösterme adına bunları nakletme lüzumu duyduk.
Diyanet, yaptığı çalışmalar, hazırladığı raporlar ve hutbeleriyle Hizmet hareketi hakkında sistematik bir karalama kampanyası başlattı. Daha doğrusu uzun süredir AKP tarafından devam ettirilen karalama kampanyasına dinî bir meşruiyet kazandırmak istedi.
İlmî ve akademik üsluptan ziyade çarpıtma, garaz, suizan, ön yargı ve art niyetin hâkim olduğu bu çalışmalarda Hocaefendi’nin şahsıyla, Hizmet gönüllülerinin karakter ve ahlak yapılarıyla, Hizmet hareketinin mahiyeti, hedefleri, ilişki ağları, yapısı, işleyişi, diğer hareketlere bakışıyla ilgili birçok asılsız iddia dile getirdi. Hocaefendi’yi ve Hizmet hareketini “örgütlü bir din istismarı” yapmakla suçladı. Hizmet hareketi mensuplarını sık sık “din tacirleri”, “din bezirganları” gibi vasıflarla yaftaladı. Mesela İSAM tarafından yapılan çalışmada şu ifadelere yer verildi: “Bu hareketin İslamî açıdan neredeyse çiğnemediği esas ve hüküm, istismar etmediği değer kalmadığı söylenebilir.” (s. 50-51)
Başta Fethullah Gülen Hocaefendi olmak üzere bütün Hizmet gönüllüleri hakkında çok ağır itham, iddia ve iftiralar ortaya attı. Onları sapkınlık ve nifakla suçladı. Dinî tahrif ve istismar ettiklerini ileri sürdü. Farklı çalışmalarında onların temsil ve tebliğ ettiği din anlayışını “heretik”, “batınî”, “ezoterik”, “sapkın”, “mesiyanik”, “eklektik”, “makyavelist”, “pragmatist”, “egsantrik/benmerkezci”, “dejenere”, “totaliter”, “paralel”, “ibahiyeci” vb. vasıflarla niteledi.
Diyanet’in Hizmet Tanımı
Diyanet’in Hizmet hareketine getirdiği tanım şu şekildedir: “Mesiyanik özellikli, karizmatik ve otoriter kimlikli bir dinî liderliğe dayanan, sıkı bir hiyerarşik yapılanması bulunan, açık teşkilat biçimlerini kullanmakla birlikte gizli, kendine mahsus ve komplike bir iç örgütlenmeye sahip bir yapılanma.”
Diyanet’in, 2016 yılında tertip edilen Din Şurasında, Hizmet hareketi hakkında verdiği hüküm de şudur: “Gülen örgütünün, ‘İslamlaşmak’ ile hiç alakası olmayan, sadece ‘İslam’ı dönüştürmek ve Müslümanları kontrol etmek’ amaçlı kökü dışarıda bir küresel projeye çoktandır evrildiği hususunda hiçbir kuşku bulunmamaktadır.”
Diyanet’in 2019 yılında yayınladığı Farklı Boyutlarıyla FETÖ/PDY başlılık çalışmada ise şu ifadelere yer verildi: “Herkese hitap eden dinî söylem, gerçekte ‘kurtarıcı’ ve ‘seçilmiş’ kapalı bir yapı üzerinden paralel bir dini anlayış ve yapı inşasının aracı haline getirilmiştir.”
Yine aynı çalışmada “FETÖ”ye benzer olukları ileri sürülen bazı şahıslar ve tarihî yapılar ele alınıyor; bu meyanda Muhtar es-Sakafî, Karmatiler, Fatımîler, Haşhaşiler, Dürzîler, Fazlullah Hurufî, Gulam Ahmed, Mirza Hüseyin Ali, Cizvitler, Moonculuk, Scientology, Opus Dei gibi örnekler veriliyor ve sonrasında da “FETÖ’ün tüm bu örnekleri geride bırakacak derecede şaşırtıcı özelliklere sahip, kendine mahsus bir dinî yapılanma” olduğu iddia ediliyordu. Dolayısıyla Diyanet’e göre Hizmet hareketi, ilk dönem aşırı Şiî-İsmailî cemaatlerden de, gözü dönmüş Haşhaşilerden de daha tehlikeli bir hareketti.
İnsan merak ediyor: Acaba Hizmet hareketini bu denli tehlikeli kılan, ülkenin dört bir yanında açtığı yüzlerce eğitim müessesesiyle fakir Anadolu evlâdının elinden tutması, onlara maddî manevî destek çıkması ve onları geleceğin Türkiye’sinde söz sahibi kılması mıydı! Yoksa Hizmet hareketinin yetiştirmiş olduğu eğitimli, ahlâklı ve dürüst eğitimciler, kamu çalışanları, bürokratlar ülkede otoriter ve totaliter bir rejim inşasının önünde engel olduğu için mi bu kadar tehlikeli hâle geliyorlardı!
Bu yapılan tanımların Hizmet hareketiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Yazarlar zihinlerindeki kurgulara, suizanlara dayanmış; iftira ve karalama yoluna gitmişlerdir. Hizmet hareketiyle şöyle böyle dirsek teması olmuş avamdan bir insan dahi bu ifadelerin, vakıanın ne kadar uzağına düştüğünü rahatlıkla görebilir.
Müntesipleri bütün dünyaya dağılmış, çok farklı kültürlere ve dünya görüşlerine sahip insanları içinde barındıran, zamanın ruhuna uygun olarak sürekli değişen, çok farklı alanlarda faaliyet gösteren bir hareketi tanımlamak hiç de kolay değildir. Fakat ille de bir tanım yapma ihtiyacı hissediliyorsa Hizmet hareketini şu şekilde tanımlamayabiliriz:
Hizmet, yetiştirmiş olduğu fedakâr ve diğergâm gönüllüleri vasıtasıyla cehalet, fakirlik ve iftirakla mücadele eden, bu mücadeleyi kendisine Asr-ı Saadeti model alarak ve müspet hareketi ilke edinerek gerçekleştiren ve neticede eğitim, diyalog ve hayır hizmetleri yoluyla dinî, ahlakî ve evrensel değerlerin yaşanmasına gayret eden ve dünya barışının sağlanmasına katkı sunmaya çalışan inanç temelli ve insan merkezli evrensel bir iyilik ve ıslah hareketidir.
Diyanete Göre Hizmet’in Hedefleri
Diyanet’e göre Hizmet hareketinin hedefi kesinlikle i’la-i kelimetullah olarak görülemez. Hizmet gönüllülerinin yapmış oldukları faaliyetlerin de tebliğ ve irşatla bir alakası yoktur. Bilakis onların “süfli amaçları”, “karanlık emelleri” ve “gizli siyasi gündemleri” vardır. Hizmet adına ortaya koydukları bütün faaliyetlerdeki temel amaçları, kendi konumlarını güçlendirmek, kişisel çıkar ve grup menfaatleri sağlamak, tüm dünyada etkin bir siyasi ve ekonomik güç unsuru haline gelmektir.
Farklı Boyutlarıyla FETÖ/PDY isimli çalışmada Hizmet hareketinin temel fikriyatı “militan-ezoterizm” olarak isimlendiriliyor ve sonrasında da bu anlayış şu şekilde tanımlanıyordu: “Kendine has ezoterik fikriyatını hâkim kılmak için ülkesindeki iktidardan başlayarak tüm dünya iktidarını başta zor olmak üzere her türlü yolu kullanarak ele geçirmeyi mubah ve meşru gören anlayıştır.”
İSAM tarafından hazırlanan ve 2017 yılında Diyanet Vakfı Yayınları tarafından neşredilen Gülen Yapılanması-15 Temmuz’a Giden Süreçte FETÖ’nün Analizi ve Tavsiyeler isimli çalışmada ise Hizmet hareketinin amacının öncelikle Türkiye Cumhuriyetini devralmak olduğu ifade ediliyor ve sonrasında da şu ifadelere yer veriliyor: “Bir sonraki aşama olarak hareket, mesiyanik karakterinin doğurduğu bir sonuç olarak Türkiye merkezinden başlayıp tüm dünyada etkin bir siyasi ve ekonomik bir güç haline gelmeyi hedefleyen daha büyük bir küresel planı gerçekleştirmek istemektedir.” (s. 16)
Diyanet tarafından yapılan başka çalışmalarda ise, “Bu kült son tahlilde başında halife olarak Gülen’in olduğu bir dünya devleti hayaline sahiptir.” (İSAM, s. 81) “Amacı paralel bir devlet yapılanması oluşturarak ülkeyi ele geçirmek ve dış güçlerin güdümüne teslim etmektir.” (FETÖ, s. 23) türü ifadelere yer veriliyor.
Görünen o ki, her fırsatta ısrarla siyasi bir hedeflerinin olmadığını belirten, yaptıkları hizmetleri dünyevî ve uhrevî hiçbir beklentiye alet etmeme üzerinde sürekli duran, temel maksatlarının Allah rızasını kazanma, sahip oldukları değerleri dünyaya duyurma, cehalet, iftirak ve fakirlikle mücadele etme, kirlenen İslâm imajını düzeltme, yeryüzünde barış ve huzurun hakim olmasına katkı sunma, insanlar arasında sevgi ve diyalog köprüleri kurma, çatışma ve savaşların önüne geçme adına dalgakıranlar oluşturma olduğunu söyleyen Hocaefendi de, Hizmet gönüllüleri de Diyanet’e göre yalan söylüyor, halkı kandırıyorlar.
Diyanet’in Gözünde Hizmet İnsanı
Diyanetin resmini çizdiği, portresini ortaya koyduğu Hizmet hareketi fert, toplum, ahlak, din, devlet ve ümmet açısından âdeta tam bir felaket sebebidir. Fert açısından felakettir, çünkü Hizmet’in yetiştirdiği fertler takıyyeci, ikiyüzlü, yalancı, ahlâksız bir karaktere sahiptir. Hizmet içerisinde kişisel özgürlük ve ferdiyetçilik bulunmadığı için fertler de zamanla robotlaşır, mankurtlaşır ve kimliksiz köleler haline gelirler.
Diyanet’e göre Hizmet insanları, Hocaefendi’nin yazdıkları dışında her türlü neşriyatı okumaktan menedilmişlerdir. Dışarıdan bilgi alamazlar. Tek yönlü bir enformasyona, ileri düzey psikoloji, beyin yıkama ve kontrol tekniklerine muhatap olurlar. Dolayısıyla da iradeleri felç olur, sağlıklı düşünebilme ve karar alabilme kabiliyetleri dumura uğrar, gerçeklikten ve dış dünyadan koparlar.
Diyanet’e göre Hizmet mensuplarının Hocaefendi’ye bakışları ve onunla münasebetleri de oldukça problemlidir. Onlar Hocaefendi’yi “Mehdi” veya “Mesih” olarak görür ve aynı zamanda onun masum olduğuna inanırlar. Şu cümleler Diyanet’in FETÖ: Din İstismarının Arkasına Gizlenen Terör Örgütü isimli çalışmada geçmektedir: “Örgüt mensuplarının, kendilerine verilen talimatları sorgulamaksızın ve sonuçlarını düşünmeksizin yerine getirmeleri esastır. Örgüt, din yolunda hedef saptırarak Allah’a yöneltilmesi gereken “itaat ve teslimiyeti” ihanet şebekesinin liderine yönlendirmiştir.” (s. 24)
Aynı kitabın başka bir yerinde ise şu iftiralara yer verilir: “Örgüt mensupları, liderlerinin Allah Teâlâ ile doğrudan konuştuğuna inanmakta ve bu sebeple onun sözlerini bütün insanların sözlerinden üstün tutmaktadır.” (s. 34)
Diyanetin her birisi diğerinden daha tutarsız bu hayal mahsulü uçuk kaçık iftiralarıyla, gerçekte olanın uzaktan yakından bir alakası yoktur. Sayısı yüzbinleri bulan Hizmet hareketi içerisinde Hocaefendi’nin Allah’la konuştuğuna inanan tek bir insan bile bulunabileceğine ihtimal verilemez. Hizmet mensuplarının tek yönlü enformasyonu gibi hikayelerin de hiçbir gerçeklik payı yoktur. Hizmet insanları Bediüzzaman’ın ve Hocaefendi’nin eserlerini okumaya ayrı bir önem verseler de bu, onların başka kaynaklara karşı alakasız kaldıkları anlamına gelmez. Aksi takdirde bu güne kadar Hizmet hareketine mensup olan çok sayıda akademisyen, entelektüel ve mütefekkir yetişmesi mümkün olmazdı.
Eğer Diyanetin iddia ettiği gibi Hizmet hareketi, iradeleri felç olmuş, sağlıklı düşünebilme ve karar alabilme kabiliyetleri dumura uğramış insanlardan oluşmuş olsaydı, şimdiye kadar dünyanın dört bir tarafında gerçekleştirdiği bu eğitim ve diyalog hamlesini gerçekleştiremez, bunca güzelliğe imza atamazdı.
Diyanetin, Hizmet hareketi içerisine yer alan herkesin peşinen reddedebileceği bu kadar büyük iftiralara yer vermesinin tek sebebi, toptan bir hareketi itibarsızlaştırmak ve kamusal vicdanda ademe mahkûm etmek istemesidir.
Diyanet’e Göre Hizmetin Topluma Verdiği Zararlar
Diyanet’e göre Hizmet hareketi toplum için bir felâkettir; çünkü Hizmet mensupları kendilerinin Allah tarafından özel seçilmiş kişiler olduğuna inanır, müntesip bulundukları cemaatlerini kutsar ve kendileri dışındaki bütün Müslümanlara yukarıdan bakar ve onları aşağılarlar. Toplumun problemleriyle hemhal olmazlar. Müntesiplerini kapalı yapılar içinde yaşatmak için farklı toplumsal kesimler ile aralarına duvarlar örerler. Kendilerine rakip olarak gördükleri manevi benzerlerine mütemadiyen düşmanlık üretirler. (Farlı Boyutlarıyla FETÖ, s. 216)
Şu cümleler Diyanet’in hazırladığı raporlarda geçmektedir: “Örgüt mensupları kendilerine bağlı olanları halis mümin, onların dışındakileri en iyimser ihtimalle ‘müellefe-i kulûb’ olarak görürler.” (Din İstismarının Arkasına Gizlenen Terör Örgütü, s. 29) “Gayrimüslimlerle kurduğu diyaloğu, Müslüman gruplardan esirgemiş, onlara karşı daima mesafeli durmuştur. Hatta kardeşlik hukukuyla asla bağdaşmayacak şekilde İslamî grupları küçümsemiş, bazen de hile ve tuzaklarla onları bastırmaya ve susturmaya yönelik tutumlar içerisine girmiştir.” (Dini İstismar Hareketi FETÖ, s. 56)
Diyanet, Hizmet hareketini, Müslümanlar arasına nifak tohumları saçmakla ve tefrikaya sebep olmakla suçlamıştır. Şu ifadeler de İSAM tarafından yapılan çalışmada geçmektedir: “Bu örgütün İslam’a aykırı nitelikteki eylemleri genelde dünya, özelde ise Türkiye Müslümanları arasına nifak tohumları atmış ve zaten kronik bir sorun olan tefrika ve Müslümanların birbirinden yabancılaşması sorununun daha da akut hale gelmesine sebep olmuştur.” (İSAM, s. 113)
Dahası Hizmet mensuplarının kendileri dışındaki Müslüman gruplara “olumsuz bakışları” kendileriyle de sınırlı kalmamakta, onlar “çocuklarına ve sonraki nesillere kendilerinden yana bir tutum almayan ana akım İslamî kesim aleyhine bir nefret zerketmektedirler.” (İSAM, s. 117)
Diyanet’in bu konuda yönelttiği diğer bir suçlama ise Hizmet hareketinin “tekelci” bir mantıkla hareket etmesi ve diğer cemaat ve hareketlere alan bırakmamasıdır. Diyanet, Hizmetin hareket felsefesini “hegomanik” olarak vasıflamış ve onu diğer cemaatlerin faaliyetlerini sabote etmekle suçlamıştır. Uzun yıllardır Müslümanların yardım ve infaklarından en büyük payı aldığı, dolayısıyla da diğer cemaatlere yeterince imkân bırakmadığı da dile getirilen suçlamalardan bir diğeridir. Kısaca Diyanet tarafından, Hizmet hareketi, hem toplum hem Müslümanlar hem de diğer grup ve cemaatler açısından büyük bir tehdit ve felaket sebebi olarak sunulmuştur.
Bütün dünyada diyalog ve hoşgörü faaliyetleriyle öne çıkan, sürekli birlik ve beraberlik üzerinde duran, farklı programlarında çok farklı dünya görüşlerine sahip insanları bir araya getiren, dünyadaki çatışma ve kavgaları sona erdirebilme adına sürekli projeler üreten, her daim insan sevgisi üzerinde duran, herkesi kendi konumunda kabul etme felsefesini kendine ilke edinen, Ahmed Yesevi, Mevlana ve Yunus Emre gibi sevgi ve hoşgörüyü bayraklaştıran büyük zatların izini takip etmeye çalışan bir harekete yukarıdaki suçlamaları yöneltmek ne aklen ne ahlaken ne vicdanen ne de dinen kabul edilemez. Bir hareketi, gerçekte olduğunun tam zıddı gibi göstererek onun kıymet ve değerini düşürmek isteyen insanlar, gerçekte kendi kıymet ve değerlerini düşürmüş olacaklardır.
Diyanete Göre Hizmetin Dine Verdiği Zararlar
Diyanet’in yapmış olduğu tasvir ve anlatıma göre Hizmet hareketi, din, ahlâk ve değerler açısından da tam bir felakettir. Çünkü bir taraftan takıyye ve kitmanilik adı altında müntesiplerini ikiyüzlülüğe, münafıklığa ve sahtekârlığa alıştırmakta; diğer yandan da ibahiyeci, faydacı ve makyavelist bir anlayışla onlar için hedefe ulaştıracak her yolu mübah saymakta, onların gayriahlaki bir kısım enstrümanlar kullanmalarında bir beis görmemektedir.
Hizmet’in din için bir felaket olması, Diyanet’in en çok üzerinde durduğu konulardan biridir. Yukarıda da kısmen ifade edildiği üzere Diyanet, ısrarla ve sürekli olarak Hizmet hareketinin dini tahrip ettiğini ve örgütlü bir din istismarı yaptığını iddia etmektedir. Şu ifadeler Diyanet’in hazırladığı Cuma hutbesinden alınmıştır: “Suret-i haktan görünen ama bâtıla hizmet eden FETÖ Terör Örgütü, imanımızı, ahlakî hassasiyetimizi, peygamber sevgimizi, zekât ve sadakamızı, kurbanlarımızı hâsılı tüm dinî değer ve kavramlarımızı istismar etti.” (13.07.2018)
Ayrıca Hizmet’in gelenekten yüz çevirdiği, Sünnilikten saptığı, Ehl-i Sünnet’in temel prensiplerine muhalefet ettiği, modernist yorumları benimsediği, bilgi kaynaklarının problemli olduğu ve neticede “kendine has paralel bir din anlayışı” ikame ettiği yapılan çalışmalarda sıkça dile getirilen iddialardır.
Hizmet mensuplarının, kelime-i tevhidin ikinci kısmını çıkardıkları, diyalog faaliyetleri adı altında Hristiyanlığın emellerine hizmet ettikleri, rüyalarla amel ettikleri, kehanet, cincilik ve medyumluğa prim verdikleri, takıyye fıkhı adı altında yeni bir fıkıh icat ettikleri, başörtüsünün çıkarılmasına cevaz verdikleri bu konuda en çok dile getirilen suçlamalardandır. Bugüne kadar bu tür iddiaların defalarca dile getirilmiş ve bunlara oldukça mukni ve açık cevaplar verilmiş olmasının Diyanet açısından zaten hiçbir önemi yoktur.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve Hizmet gönüllülerinin yarım asrı aşkın bir süredir dine, ahlâka ve maneviyata yaptıkları hizmetler gün gibi ortadadır. Hocaefendi; vaaz ve sohbetleriyle, makale ve kitaplarıyla, fikir ve düşünceleriyle, irşat ve yönlendirmeleriyle, plan ve projeleriyle, gözyaşları ve samimiyetiyle, temsil ve tatbikiyle özellikle genç nesiller arasında yeni bir dinî şuurun oluşmasına vesile olmuş, onlara unutulan değerleri yeniden hatırlatmış ve bütün dünyaya dal budak salacak din temelli sosyal bir hareketin tohumlarını atmıştır.
Esasında AKP’den önce seküler ve laik kesimler tarafından Hocaefendi’ye yöneltilen eleştiri ve suçlamaların temel sebebi de onun bu gayret ve çabalarıdır. Öteden beri dine ve dindarlara mesafeli duruşlarıyla bilinen bir kısım insanların, Hizmet hareketini engelleme ve karalama adına yürüttükleri kirli propagandayı bir yere kadar anlamak mümkündür. Fakat kendisini Müslümanların hamisi gibi gösteren bir partinin ve din hizmetlerini yerine getirmekle sorumlu olan Diyanet’in bu konudaki saldırı ve suçlamalarını anlamak hiç de kolay değildir.
15 Temmuz İstismarı
Diyanet, aksi yöndeki onca delili görmezden gelerek, muhalif parti liderlerinin açıklamalarını hiçe sayarak ve en önemlisi Hocaefendi’nin darbenin gerçek sorumlularının bulunması adına uluslararası bir komisyon kurulması çağrısına kulak tıkayarak, hükümetin söylemine paralel bir şekilde 15 Temmuz darbe girişiminin tek sorumlusunun Hizmet hareketi olduğunu ileri sürdü. Böylece Hareketin, devlet ve toplum açısından nasıl bir felaket olduğunu ispatlamaya çalıştı. Diyanetin düzenlemiş olduğu çalıştayda dile getirilen şu ifadelere bakılacak olursa, Hizmet’le ilgili algıların nasıl yönlendirildiği rahatlıkla anlaşılabilir:
“Eğer 15 Temmuz darbesi başarılı olsaydı şu anda buradaki hazirûnun önemli bir kısmı Diyanet’te olmayacaktı, belki dünyada da olmayacaktı. Bunu dikkate alarak her bir hocamızın, dostumuzun elini taşın altına koymasını bekliyoruz. Bunu lütfen Diyanet’ten sıradan herhangi bir makale siparişi olarak algılamayın. Bunun dinimiz, devletimiz, vatanımız adına, halkımız, mesleğimiz adına hayati bir yükümlülük olduğunu düşünüyorum ve bu yükümlülüğün üstesinden hep birlikte geleceğimize inanıyorum. Bu konuda herhangi bir tesahülün ve herhangi bir mazeretin de olacağını düşünmüyorum.” (s. 60)
Hele “Darbe girişimi başarılı olsaydı nasıl bir siyasi ve sosyal nizam kurulacaktı?” sorusuna verilen şu cevap, darbenin nasıl manipüle edildiğini ve algı oluşturmada kullanışlı bir araca dönüştürüldüğünü çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Darbe girişimi başarılı olsaydı, büyük ihtimalle bir iç savaş ortamı doğacaktı… Ortaya mesiyanik karakterli bir devlet yapılanması çıkacaktı. Bir yönüyle güya müstakbel fethin yolunu döşemek adına Batı’nın her buyurduğu şeye karşı edilgen, diğer yönüyle içerideki, özelde dindarlar arasında yükselen her farklı sesi ve düşünceyi bu mesiyanik hedefi dumura uğratmaya matuf bir tehdit olarak görüp bastıran faşizan ve totaliter bir siyasi yapı kurulacaktı. Güya ‘dini herkese ulaştırmayı’ hedefleyen ama ‘mutlakçı’ bir din diliyle Fethullah Gülen’in söylemi ve eylemi ile uyuşmayan bütün yorumları dalalet, ihanet ve irtidatla eşleştiren bir siyasi-sosyal nizam ortaya çıkacaktı… Ortaya çıkacak toplumsal düzen özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı, korporatist ve ahbap-çavuş kapitalizmi adı verilen ve öncelikle örgüt mensubu az sayıdaki zenginin refahının artırılmasına dayalı bir ekonomik düzende giderek fakirleşen geniş halk kesimlerinin ezildiği, huzursuz ve kapalı bir toplum görünümü arz edecekti… Bu bağlamda kurulacak muhtemel siyasal düzen ise bir tür dini teoloji ile desteklenen, İran ve Kuzey Kore karışımı otoriter bir modele dayalı, ancak caydırıcı bir nükleer silah ve yeraltı kaynaklarından mahrum baskıcı ve fakir bir diktatörlük olacaktır.” (İSAM, s. 80-81)
Aslında tamamıyla hayal mahsulü olan ve zihnî kurgulara dayanan fakat üzerinde epey çalışılmış olan yukarıdaki izahlarla muhataplara verilmek istenen mesaj şudur: Bu hareket ülkenin istikbali açısından öyle tehlikeli bir harekettir ki, eğer onunla amansız bir mücadeleye girişmez ve onu tümüyle ortadan kaldırmazsanız, özgürlüklerinizi, geleceğinizi, vatanınızı, dininizi kısaca sahip olduğunuz maddî-manevî bütün değerlerinizi kaybedersiniz.
Ne var ki algı operasyonu yapma adına dile getirilen bu öngörülerin Hizmet’in bugüne kadar savunmuş olduğu değerlerle ve ortaya koymuş olduğu tarihî tecrübeyle uzaktan yakından alakası yoktur. Israrlı ve sürekli bir şekilde “Demokrasiden dönüş yoktur!” dediği ve demokratik değerlere sahip çıktığı için her fırsatta İslamcılar tarafından eleştiriye tâbi tutulan Hocaefendi’nin, yine aynı kesim tarafından otoriter ve totaliter bir yapı kurgulamakla suçlanması akıl almaz bir çelişkidir.
Hocaefendi’yle İlgili İftiralar
Hizmet hareketini itibarsızlaştırmak ve gözden düşürmek isteyen Diyanet, maksadına en kolay yoldan ulaşabilme adına en çok Hocaefendi’ye saldırdı. Değil uzun yıllardır küresel dinî bir harekete yön ve ilham veren âlim bir şahsiyete, sıradan bir Müslümana dahi yakışmayacak en bayağı iftiraları sıralamakta hiçbir beis görmedi. Bu konuda seviyesini o kadar çok düşürdü, ağzını o kadar çok bozdu ki, Hocaefendi’yle ilgili karalama, aşağılama ve suçlamaları dolaylı olarak nakletmeye dahi insanın edebi müsaade etmiyor.
Diyanet, sesli ve yazılı eserlerinden cımbızlayarak aldığı bazı görüşlerini çarpıtarak Hocaefendi’nin İslâm yorumunu eleştirdi. Hocaefendi’nin kullandığı teşbih ve temsilleri veya farz-ı muhal kabilinden söylediği sözleri hakikatmiş gibi sunarak onu hedef tahtası yaptı. Niyet okuması yaparak Hocaefendi’nin yaşamış olduğu bazı vakıaların veya gördüğü bazı rüyaların peşinen yalan olduğunu iddia etti. Cımbızlayarak verdiği cümlelerden, metnin genelinde vurgulanan mananın tam zıddı anlamlar çıkardı. Aslında bu çalışmalarıyla Diyanet, bir hakikatin nasıl ters yüz edilebileceğinin pratik bir örneğini gösterdi.
Diyanetin yaptığı çalışmaların hiçbirinde Hocaefendi ve Hizmet hareketine yönelik tek bir olumlu ifadeye dahi yer vermemesine bakılacak olursa, ortada hiç bir iyi niyet ve anlama çabasının olmadığı anlaşılır. Hocaefendi’nin eserlerinden yola çıkarak rapor hazırladıklarını söylese de, raporu objektif bir gözle okuyan bir insan çok rahatlıkla şunu söyleyebilir: Diyanet bu eserlerde görmek istediklerini aramış, attıkları iftiralara delil bulmak maksadıyla hareket etmiştir. Zira raporda ortaya konulan Hocaefendi portresiyle, uzun yıllar kürsülerden halka seslenen veya seksen civarındaki eserinde konuşan Hocaefendi arasında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır.
Diyanet bir taraftan, Hocaefendi’nin kendisini müceddit, mehdi, mesih, kâinat imamı ve hatta peygamber gördüğünü ve başkalarına da öyle gözükmeye çalıştığını iddia ediyor. Mesela FETÖ/PDY Dinî ve Sosyo/Psikolojik Boyutları Çalıştayı başlıklı kitapta şu ifadelere yer veriyor: “Fethullah Gülen kendisini peygamber makamında takdim ediyor. Eserlerine baktığınız zaman bu görülüyor, böyle somutlaştırıyor kendisini. Ümmetin, sahabenin peygambere yapması gereken muameleyi kendisine yapılması gereken bir muamele olarak sunuyor. Sadece peygamberlerde masumiyet vardır. Buna benzer mucize gösterir. O da kendini ‘Lâ Yuhti (hata yapmaz)’ ve birçok keramet sahibi birisi olarak ifade ediyor.” (s. 74)
Fakat diğer taraftan onun proje bir insan olduğunu iddia ediyor: “Gülen’in bir düşünür ve alim olmaktan ziyade bir proje adamı olduğu, hatta baştan beri istihbarat örgütleriyle olan irtibatları dikkate alındığında kendisinin de bir proje olduğu veya zaman içinde bir projeye dönüştüğü tespiti yerinde olacaktır.” (İSAM, s. 40)
Bu iddialarını ortaya koyarken, bir insanın aynı anda hem müceddit, mehdi ve mesih gibi Müslümanların dinî liderliğine soyunup, diğer yandan da dış güçlerin maşası olmaya razı olabileceğini muhtemelen hiç sorgulamıyor. Veya Diyanet için asıl önemli olan, iftira ve karalamalarıyla Hocaefendi’nin ilmî ve entelektüel otoritesine zarar verebilmektir.
Diyanet bunların yanı sıra kitlelerin beynini yıkayabilme ve onlarda istediği algı ve kanaatleri oluşturabilme adına; Hocaefendi’nin aklın ve duyuların fonksiyonlarını küçümsediği, bilimsel yöntemleri gereksiz gördüğü, sebep-sonuç ilişkisini önemsiz kıldığı, sürekli dikkatleri üzerine çekmeye, sevgi ve ilgi toplamaya çalıştığı, insanları manipüle ettiği, gaybî âlemlerden haber aldığı, hulûl iddiasında bulunduğu, meleklerle görüştüğü, ahiret kurtuluşunu garanti gördüğü, samimi olmadığı, ilkesiz ve tutarsız hareket ettiği, kendinden önceki büyük zatları hafife aldığı gibi daha birçok akıl almaz iddia ve iftiralarını sıralar.
Bütün bu iddiaların, oldukça mütevazi bir şahsiyete sahip olan Hocaefendi’nin ahlâk ve karakteriyle taban tabana zıt olmasına, onun yazılı veya sözlü eserlerinden yapılan alıntılarla çok kolay çürütülecek olmasına da aldırış etmez. Oysaki Hocaefendi, yazmış olduğu pek çok eserinde ısrarla ve sürekli olarak kâinat kitabının doğru okunması, onun üzerinde sistemli bir tefekkür faaliyeti yürütülmesi, teşri emirlerin yanında mutlaka tekvini emirlere de riayet edilmesi, akıl ve mantığın ürünlerinin sonuna kadar sağılması, milimi milimine sebeplere riayet edilmesi, bilim ve teknolojiden azami ölçüde istifade edilmesi gerektiği üzerinde ısrarla durur. Bunlara aykırı davrananları şiddetle eleştirir. İslâm dünyasının geri kalmasının en önemli sebebini, tekvini emirleri okuma, anlama ve uygulamadaki taksirine bağlar.
Fakat Diyanet, için bütün bu açıklamaların hiçbir önemi yoktur. Onun bütün derdi, Hocaefendi’yi gözden düşürme ve itibarsızlaştırma adına onun vaaz veya sohbetlerinden kendi maksadına hizmet edecek bir iki cümle bulabilmektir.
Hâsılı Diyanet, toplumsal bir olguyu vakıaya mutabık bir şekilde analiz etme yerine, korkunç bir algı çalışması ve kara propagandayla okuyucuya belirli fikirleri empoze etmeye odaklanmış durumdadır. İlim libası giydirmeye çalıştığı, akademik ağır kavramların arkasına gizlediği ve usturuplu ifadeleriyle süslediği iftira ve karalamalarıyla okuyucuya Hizmetfobia duygusunu aşılamaya kilitlenmiş vaziyettedir. Kısacası siyasi iradenin kendisine yüklediği misyonu kusursuz bir şekilde yerine getirme adına elinden geleni yapmaktadır.
Diyanet’in bu iddia ve iftiralarına -yeterli olmasa da- Hizmet içerisinden bazı cevaplar verildi, verilmeye devam ediyor. Ülkenin üzerindeki siyasi baskı kalktığında, Diyanetin bu yanlı ve kasıtlı çalışmaları hakkında; objektif bakış açısını, insafını ve ilim ahlakını kaybetmemiş dışarıdan akademisyenlerden de cevaplar geleceğinden hiçbir şüphemiz yoktur.
Diyanet’in bütün bu iddia ve iftiralarıyla hizmet hareketini tadlil ve tekfir ettiğinde şüphe yoktur. Hatta Hizmet’e atfedilen suçlamalar, tadlil ve tekfirin çok daha ötesine geçmiştir. Zira yöneltilen suçlamalar, sadece sapkın dinî görüşlere sahip olmakla veya nifak ve küfürle sınırlı değildir. Bilakis bu suçlamalar, vatana ihanet etmekten terörist olmaya, devlete isyandan ajanlığa, ahlâksızlıktan fitneci olmaya kadar uzanmaktadır. Diyanetin söz konusu çalışmalarını okuyan bir insan zanneder ki, insanlık tarihinde Hizmet hareketi ölçüsünde bütün fenalık ve kötülükleri kendisinde toplayan ikinci bir topluluk gelmemiştir.
Peki, nasıl oluyor da bugüne kadar Hizmet’in birçok programına iştirak eden ve her mecliste onlardan övgü ile söz eden insanlar bir anda bir uçtan diğer uca savrulabiliyor? Nasıl oluyor da sürekli tadlil ve tekfirin dinî ve toplumsal zararlarından bahseden bir kurum, yüzbinlerce müntesibi bulunan bir hareketi sistematik olarak tadlil ve tekfir edebiliyor? Nasıl oluyor da yetişmiş en önemli elemanlarını siyaset ve bürokrasiye yönlendirmek yerine yurtdışına gönderen, en büyük kaynaklarını ülke içinde kullanmak yerine yurtdışı hizmetlerine aktaran bir Hareket’in yegane amacı Türkiye devletini ele geçirmek oluyor? Nasıl oluyor da bugüne kadar dürüstlükleri, güvenilirlikleri ve ahlâkî mazbutiyetleriyle öne çıkan Hizmet mensupları bir anda ikiyüzlü, yalancı ve ahlâksız olarak vasıflanıyorlar? Nasıl oluyor da vaazlarıyla, sohbetleriyle, kitaplarıyla Türkiye’de dinî şuurun uyanmasına ve kitlelerin yeniden İslâm’a yönelmesine sebep olan bir mütefekkir ve din âlimi yaptıklarının tam tersiyle suçlanabiliyor?
25 Mart 2013 tarihinde Hocaefendi için imzaladığı kitabında, “Ehl-i Hadisin naçiz bir talebesi olarak bir grup genç alimle birlikte, Rasul-i Ekrem’in nübüvvet mişkatından iktibas ile cem, tebvib ve tasnif ederek şerhettiğimiz ‘Hadislerle İslam – Hadislerin Hadislerle Yorumu’ eserini şahsım da dahil çağımız İslam nesillerinde büyük emekleri olan zat-ı alilerinin yüksek ıttılaına ve tenkidatına arz etmekten şerefyab olduğumu ifade eder, sıhhat, afiyet, uzun ömürler niyazıyla selam, hürmet ve muhabbetlerimi takdim ederim.” ifadelerine yer veren eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in, “Dini araçsallaştıran hiçbir grup, hizip, örgüt ya da oluşum “dinî cemaat” olarak adlandırılamaz. İslam’ı, hem sevk ve idare ettiği hareketin din dışı amaçlarını gizleyen bir sütre, hem de mensuplarını mutlak sadakatle bağlılığa sevk eden bir araç olarak kullanan hiçbir lider de “din âlimi” olamaz.” (Diyanet Aylık Dergisi, Eylül 2016, s. 5) şeklindeki ifadelerini nasıl izah edeceğiz?
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yayınlanmış ve toplamda milyonlarca baskı yapmış yetmişin üzerindeki yazılı eseri veya bandrollü olarak piyasada bulunan yüzlerce vaaz kaseti karşısında daha önce tek bir kelime dahi etmeyen ve hatta zaman zaman desteğini esirgemeyen Diyanet’in, bir anda dört koldan saldırıya geçmesini nasıl anlamalıyız? Veya yarım asrı aşkın bir süredir Türkiye’de ve dünyanın farklı ülkelerinde açmış oldukları binlerce müessese ile eğitim ve diyalog faaliyetleri yürüten bir hareket hakkında şimdiye kadar hiçbir olumsuz tavır almayan, eleştiri yapmayan Diyanet camiası, niçin bir anda tam zıt kutba geçerek amansızca ve insafsızca saldırılara başladı?
Diyaneti bu güne kadar takip ettiği çizgiyle, inandığı dinle ve temsil ettiğini iddia ettiği değerlerle tenakuza düşmesine sebep olan en temel faktör, dinin siyasete alet edilmesi ve din istismarıdır. Din istismarı sadece dindar görünmekle yapılmaz. Farklı grupların, mezheplerin veya cemaatlerin temsil ettikleri din anlayışının sapkın ilân edilmesi ve gayrimeşru addedilmesi de büyük bir din istismarıdır. Diyanet tarafından böyle bir din istismarının, Türkiye’deki en büyük dinî cemaatin “din istismarcısı” ilân edilerek yapılması ise ibretlik bir hadisedir.
Diyanet, ister siyasi iradenin talep ve beklentilerini yerine getirmek, isterse kendisini dini yorumlama ve temsil etmede tek otorite haline getirmek için bunu yapmış olsun sonuç değişmez. Diyanetin, dini, ayet ve hadisleri, ulemayı kullanarak Müslüman bir cemaati tadlil ve tekfir etmesi, din istismarının en bariz örneklerinden biri olarak tarihteki yerini alacaktır. Hizmet hareketinin kamusal vicdandaki etki ve tesirini kırma adına sürekli onu din istismarıyla suçlamak ise, din istismarının istismarıdır.
Diyanet, Hizmet gönüllülerini “din istismarcısı” gösterebilme adına onların yapmış oldukları bütün faaliyetlerin amacının güç devşirmek, şahıs ve grup çıkarlarını gerçekleştirmek olduğunu belirtiyor. Bu durumda Diyanet’e göre bugüne kadar açılan eğitim müesseselerinin, diyalog ve kültür merkezlerinin, yapılan dinî, sosyal ve kültürel faaliyetlerin hiçbirinin maksadı, insana, eğitime, barışa ve dine hizmet etme değildir. Hizmet insanları, yarım asra yakındır büyük fedakarlıklarla, çile ve gözyaşlarıyla ortaya koydukları hizmetlerle sadece kendi ideolojik ve politik amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Türkiye’nin en başarılı üniversitelerinden mezun olduktan sonra dünyanın en zor ülkelerine hicret eden adanmış gönüllerin motivasyon kaynakları da din ve Allah rızası değil; bilakis şahıs ve grup çıkarlarıdır.
Bütün bunlar öyle kasıtlı, garazlı ve suiniyete dayalı çıkarımlardır ki, bu mantıkla değil Türkiye’de dünyada mahkum edilemeyecek ve hatta irtidatla suçlanamayacak tek bir cemaat ve hareket yoktur. Diyanetin, bizzat kendi verdiği rakamlara göre mensupları bir milyonu bulan bir Hareketin bütün mensuplarını, menfur emellerini gerçekleştirme adına dini istismar etmekle suçlaması, ahirette altından kalkılması mümkün olmayan ağır bir günah ve büyük bir vebaldir. Sırf siyasilerin gönlünü hoş tutabilme, devletten daha büyük bütçeler koparabilme, hegemonya alanını genişletebilme veya haset ve kıskançlık gibi saiklerle yüzbinlerce insanın “din bezirganı” olarak isimlendirilmesinin aynı zamanda çok büyük bir kul hakkı olduğunda da şüphe yoktur.
Görmez-Erbaş dönemlerinde tamamıyla devletin resmi ideolojinin temsilcisi haline gelen Diyanetin, Hizmet hareketinin en masum faaliyetlerini dahi ihanete, teröre ve din istismarına bağlamada hiç zorluk çekmezken, AKP’nin cürm-ü meşhutları karşısında âdeta lal kesilmesi, samimiyetsizliğini ve tutarsızlığını gösterir. Zira maksadı İslâmî değerleri korumak olan bir dinî kurumun, öncelikle siyasetteki yozlaşmaya, siyasilerin sistematik hale getirdikleri yalanlarına, ayyuka çıkan rüşvet ve yolsuzluklara müdahale etmesi gerekmez mi?
Adalet ve hukuku ayaklar altına alan bir iktidarı fetva ve görüşleriyle halk nazarında meşru göstermeye ve aklamaya çalışan kişilerin, siyasilerin günahlarına ortak olacaklarında şüphe yoktur. Dahası sırf dünyevî bir kısım beklentilerden veya korkulardan ötürü iktidarın dine aykırı bir kısım uygulamalarına ses çıkarmayan, bilakis yöneticilerin gönlünü hoş tutacak açıklamalar yapan, onları kızdırmama adına dikkatli adımlar atan veya onların sözlerinde hikmetler arayan din adamlarının, ahirette “az bir değer karşılığında Allah’ın ayetlerini satmış olmakla” hesaba çekilmelerinden korkulur.
Diyanet’in “din istismarı” suçlamasıyla Hizmet aleyhine yürüttüğü propagandanın zararı, sadece Hizmet hareketiyle sınırlı kalmayacak; bilakis uzun vadede bütün cemaat ve tarikat yapıları bundan zarar görecektir. Nitekim Diyanet’in “Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler” başlığıyla hazırladığı raporda Türkiye’deki pek çok şahsa ve gruba yönelttiği eleştiri ve suçlamalar da asıl niyetin çok daha farklı olduğunu göstermektedir. Daha da önemlisi Diyanet’in bugünkü tavrını ve duruşunu devam ettirmesi bizzat İslâm’a zarar verecektir. Zira bu tavrın çok önemli ahlakî, itikadî, ilmî, dinî ve içtimaî kırılmalara sebebiyet vereceğinde şüphe yoktur.
Diyanetin bugünkü pozisyonu bir açıdan resmî İslam’ın sivil İslâm’la mücadelesidir. Diyanet, İslamcı romantik takıntılarına geri dönen AKP’nin, 2010’lardan sonra yavaş yavaş inşa ettiği yeni bir dindarlık modelinin sözcülüğüne soyunmuştur. Bu, hamasi, lümpen, dışlayıcı, ötekileştirici, ütopik, folklorik, milliyetçi ve siyasal İslâmcı bir dindarlıktır. Bu yeni dindarlık biçimi, bir taraftan hamasi söylemlerle halkın milliyetçilik duygularını kabartmış, diğer yandan da Osmanlı ve hilafet romantizmi üzerinden onları reel dünyanın gerçekliklerinden koparmıştır. Sürekli sunî düşmanlar üreterek veya var olan düşmanlıkları köpürterek Müslümanlara kin ve nefret hisleri pompalamıştır.
Rüşvet ve yolsuzlukların devletin bütün kurumlarını sarması ve bunların din adamlarınca görmezden gelinmesi veya meşrulaştırılması, Müslümanlardaki helal-haram hassasiyetini aşındırmış ve onları ahlakî değerlere karşı duyarsızlaştırmıştır. Bu sebeple de gevşek bir dindarlık modeli gelişmeye başlamıştır. Cemaatlerin, hibe ve bağışlarla devlete bağımlı hale getirilmesi, sivil âlimlerin devlet memuru yapılması, sivil İslâm’ın alanını olabildiğince daraltmış ve Müslüman muhayyileye bir kere daha “kutsal devlet” imajını perçinlemiştir.
İslamî grupların, Müslümanlardan haksızca gasp edilen mülklere mal bulmuş mağribi gibi saldırmaları, özellikle devlet imkânlarıyla mamur olan zengin kesim arasında israf, lüks ve şatafatın başını alıp gitmesi, gençler arasında agnostisizm, ateizm ve deizm gibi akımların giderek daha çok yayılması, namaz kılan veya oruç tutanların oranının gün be gün düşmesi, ahlaksızlıkların, madde bağımlılığının ve zararlı alışkanlıkların giderek gençleri esir alması, medyadan hiç eksik olmayan taciz ve tecavüz haberleri gibi olgular, AKP’nin yeni dindarlık anlayışının toplumsal tezahürleri ve yansımalarıdır.
İslâm tarihinde devletle bağımsız sivil ulema arasındaki gerilim ve çatışma hiçbir zaman eksik olmamıştır. Pek çok İslâm âlimi, bağımsız duruşlarından veya siyasi erke yönelttikleri eleştirilerden ötürü ağır bedeller ödemek zorunda kalmışlardır. Fakat öyle tahmin ediyoruz ki günümüzde AKP-Diyanet işbirliğiyle devam ettirilen Hizmet hareketini bitirme planı, mahiyeti ve derinliği açısından bunlarla kıyas edilemez. Çünkü devlet erkânının her zaman riayet ettikleri bir kısım dinî ve ahlakî prensipler olmuştur. Günümüzde ise bütün siyasî, ahlakî, dinî ve insanî sınırların kalktığını görüyoruz. AKP iktidarı, devletin devasa güç ve imkânlarını kullanarak ve aynı zamanda dinin gücünü de arkasına alarak tamamıyla yerli ve dinî olan bir harekete karşı soykırım uygulamaktadır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan anlaşılan o ki, AKP iktidarı ve Diyanet camiası, Hizmet hareketine yönelttikleri suçları bizzat kendileri işliyorlar. Daha açık bir ifadeyle onlar, dini siyasete alet etme, şahsi emelleri uğruna din istismarı yapma veya din ve toplum mühendisliği yoluyla arzu edilen sosyo-politik ortamı inşa etme suçunu Hizmet hareketine yamamaya ve yıkmaya çalışıyorlar.
Gırtlağına kadar ahlaksızlığa, suça ve günaha batmış AKP iktidarının bundan sonra ıslah-ı hâl etmesi uzak bir ihtimal görünüyor. Fakat Diyanet, bir an önce toparlanıp girdiği bu çıkmaz sokaktan geriye dönmez, mihrap ve minberini siyasi bir partinin propaganda merkezi yapmaktan vazgeçmezse, telafisi çok zor olacak daha büyük toplumsal, ahlakî ve dinî krizlere sebep olacağında şüphe yoktur.
- tarihinde hazırlandı.