AKP ve Hizmet Hareketi [İdeolojik Bir Silah Olarak Tekfir ve Tadlil]
Tekfir, kısaca bir insanın kâfirliğine, tadlil ise dalaletine (sapkınlığına) hükmetme demektir. Mü’min diye bilinen bir kişi tekfir edildiğinde “mürtet”, tadlil edildiğinde ise sapkın hükmünü alır. Sapkın kişilerin oluşturduğu mezhep ve gruplara “fırak-ı dâlle” denir.
İslâmî hükümleri bozduklarına ve değiştirdiklerine hükmedilen kişiler için ehl-i bid’a (bid’atçılar) ve ehl-i heva (dini bırakıp hevalarına uyan kimseler) gibi kavramlar da kullanılır. Kur’an ve Sünnet nasların zahiri anlamlarının dışına çıkararak keyiflerince bir din yorumu ortaya koyan fırkalara ise bâtınî hareketler denilmiştir.
Aynı şekilde mülhit ve zındık kavramları da sahih İslâm itikadına muhalif inanç ve görüşleri benimseyen kimseler için kullanılır. Gerçekte inanmadığı hâlde inanmış gibi görünen şahıslar ise münafık olarak isimlendirilir. Münafıkların gizli ve sinsi bir şekilde Müslümanlar aleyhine yürüttükleri hareketlere nifak hareketleri denir.
Batılı araştırmacılar, ana gövdeden kopmuş aşırı ve marjinal fırkaları; heretik, ezoterik, mesiyanik, mistik gibi kavramlarla açıklamaya çalışırlar.
Bütün bu kavramların arasında önemli farklılıklar vardır. Her birisi farklı söylem ve eylemleri, değişik inanç ve görüşleri tanımlamak için kullanılmıştır. Fakat yukarıdaki kavramlarla tanımlanan şahıs ve grupların ortak özelliği, ümmet-i vasat (orta yolu, hak ve adaleti temsil eden bir ümmet) olma vasfını kaybetmeleri ve sırat-ı müstakimden ayrılmalarıdır.
Bütün bunların yanında, sahih İslâm inancına sahip olmakla birlikte, Allah’ın emir ve nehiylerine uymayan kimseler için fasık; fiil ve davranışlarıyla ümmetin bütünlüğüne zarar veren kimseler için fitneci ve tefrika ehli; bir görüşü körü körüne savunan mantık ve sağduyudan yoksun kimseler için ise yobaz, mutaassıp ve hizipçi/mezhepçi gibi vasıflar kullanılmıştır. Kısaca, bir mü’min hakkında bütün bu vasıfları kullanmaya “tekfir ve tadlil” diyebiliriz.
Tarihte bütün bu vasıfları hak eden bazı sapkın kişiler ve aşırı gruplar zuhur etmiş, bir kısım irtidat hareketleri ortaya çıkmıştır. Mesela kimileri, İslam saflarından ayrılarak başka dinlere/devletlere intisap etmiştir. Kimileri sözlü veya yazılı beyanlarıyla iman esaslarını inkâr etmiş ve ilhatlarını ortaya koymuştur. Kimileri hükmü üzerinde icma bulunan açık, kesin ve bağlayıcı nasları inkâr etmiş, batınî bir kısım yorumlarla yeni mezhepler icap etmiştir. Kimileri İslâmî esaslarla, dinin ana umdeleriyle hiçbir şekilde uzlaşması mümkün olmayan inanç ve görüşleri benimsemiş ve bunları yaymaya çalışmıştır. Kimileri nifak perdesi altında Müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozma adına sürekli fitne ateşlerini körüklemiştir.
Elbette bu tür inhirafların önüne geçme adına ne tür tedbirlerin alınacağı, ortaya çıkan fitnelerle nasıl mücadele edileceği, İslam itikadının nasıl korunacağı, söz konusu şahıs ve grupların nasıl isimlendirileceği hem ulema hem de devlet yetkilileri tarafından üzerinde durulması gerekli olan önemli konulardır. Küfrü aşikar olan kimselere mü’min muamelesi yapılması, insanlar arasında sapkın görüşleri yaymaya çalışanların görmezden gelinmesi, radikal ve aşırı görüşleriyle şiddet ve teröre destek verenlere sessiz kalınması gibi tavırlar her şeyden önce İslam’a ve Müslümanlara zarar verecektir.
Tekfir ve tadlilin zararları
Fakat diğer taraftan bir şahıs veya grubu dinden çıkmakla suçlamak veya sapkın ve bid’atçi olarak isimlendirmek ya da onları mü’minler arasında fitne ve tefrika çıkarmakla itham etmek sosyolojik, psikolojik ve dinî açıdan vahim sonuçlar doğuracaktır. Her şeyden önce bu tür kişiler halk nazarında güvenilirliklerini yitirecek ve itibarsızlaşacaklardır. Onlara şüphe ve tereddütle bakılacaktır. Bu tür etiketlemelerin sık görüldüğü toplumlarda, birlik düşüncesi yara alacak, kardeşlik mefhumu bozulacak ve halk arasında derin kutuplaşmalar meydana gelecektir.
Bir kimsenin fasık, sapkın veya bid’atçi kabul edilmesi, dinî ahkâm açısından da önemli sonuçlar doğurur. Nitekim fukaha bu tür kişilerin şahitliğinin kabul edilip edilmeyeceğini, arkalarında namaz kılınıp kılınmayacağını, bir kısım resmi vazifelere getirilip getirilemeyeceklerini uzun boylu tartışmışlardır.
Hususiyle tekfirin neticeleri diğerleriyle kıyaslanamayacak ölçüde ağırdır. Zira tekfir, bir insanın İslâm dairesinin dışına çıktığının, yani kâfir olduğunun ilânıdır. İslâm fıkhına göre böyle bir kişinin eşi kendisinden boş olur. Artık bundan böyle onun şahitliği kabul edilmez, kestiği yenilmez. Miras haklarından mahrum kalır. Müslümanlarla arasındaki kardeşlik bağları sona erer. Fakihlerin çoğunluğuna göre tövbe etmediği takdirde ölüm cezasına çarptırılır ve malları müsadere edilir. Cenaze namazı kılınmaz ve Müslüman kabristanına defnedilmez. Ahirette de ebediyen Cehennem’de kalacağına hükmedilir.
Kısaca toplumdaki inhiraf ve sapkınlıklara sessiz kalmanın bir kısım zararları olduğu muhakkaktır. Fakat gelişigüzel, keyfî ve asılsız iddia ve suçlamalarla Müslümanları etiketleme ve yaftalamanın zararları çok daha büyüktür. Bu kapı bir kere açıldığı takdirde telafisi imkânsız fitneler, ayrılıklar ve kargaşalar ortaya çıkacaktır. İnsanlar, kendi fikirlerine, mezheplerine, meşreplerine uymayan kimseleri fitneci, hain, sapkın, münafık ilan etmekte gecikmeyecektir. Suizanların, karşılıklı atf-ı cürümlerin, etiketlemelerin önüne geçilemeyecektir. Bu da toplumsal ahengi bozacak, herkesi töhmet altında bırakacak, karşılıklı güveni yıkacak ve ümmetin birliğini parçalayacaktır.
Tarihte tekfir ve tadlil
Fakat ne acıdır ki Müslüman toplumlarda öteden beri tekfir ve tadlinin önü hiçbir zaman alınamamıştır. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan fitne ve karışıklıklar, Müslümanların farklı fırka ve gruplara ayrılmasına sebep olmuş ve bu fırkalar da birbirlerini tekfir etmeye başlamıştır. Özellikle Haricilerin ve Şiilerin, tekfir kültürünün yayılmasında başı çektiği söylenebilir.
Mesela Hariciler, Sıffin savaşı sonrasında hakeme başvurmayı kabul ettiği gerekçesiyle Hz. Ali ve Hz. Muaviye ile onlara tâbi olan çok sayıda sahabenin dinden çıktığını iddia etmişlerdir. Zira onlara göre tek ve yegâne hakem, Allah’tır ve O, isyancılarla savaşmayı emretmiştir. Dolayısıyla onlara göre Allah’ın indirdiği ayetlerle hükmetmeyenlerin kâfir olacağında şüphe yoktur. Hariciler burada da durmamış, ameli, imanın bir parçası olarak görmüş ve ibadetleri terk eden kimseleri de küfürle itham etmişlerdir. Hatta Ezarika gibi bir kısım Harici gruplar, kendilerine katılmayan farklı Harici grupları dahi tekfir etmekten geri durmamışlardır.
Allah Resûlü’nden sonra halifelik hakkının Hz. Ali’ye ait olduğunu savunan Şiiler de, başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman olmak üzere sahabenin büyük bir çoğunluğunu dinden çıkmakla suçlamışlardır. Öyle ki onlara göre sahabe arasında Müslüman olarak kalabilenlerin sayısı beş altıyı geçmemektedir.
Bu aşırı gurupların karşısında duran Müslüman çoğunluk, onların bu fikirlerini reddetmiştir. İmanın, kalbî tasdikten ibaret olduğunu ifade etmiş ve ameli, imandan bir parça görmemiştir. Dolayısıyla siyasi ihtilaflara karışan, sahabe kanı döken, meşru halifeye baş kaldıran veya daha başka günah işleyen kimselerin tekfir edilmesine karşı çıkmıştır. Günah işleyen kimselerle ilgili kesin hükmü Allah’a havale etmişlerdir. Ne var ki Ehl-i Sünnet’in bu çabaları, fitne kapısını kapatmaya ve tekfir ideolojisinin önüne geçmeye yetmemiştir.
Hatta tekfir gerektiren inanç ve amellerin teorik çerçevesini net ifadelerle ortaya koyan ve ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğini çok önemli bir dinî disiplin olarak vaz eden Sünnî âlimler dahi, yer yer tekfirden kurtulamamıştır. Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığı, Cennet veya Cehennem’in hâlihazırda yaratılıp yaratılmadığı, bazı ilahî sıfatların niteliği, kabir azabının mevcudiyeti, rü’yetullahın imkânı, maddenin ezeli olup olmadığı, tevessül, iradenin mahiyeti gibi temel iman esasları arasında yer almayan ve nasların farklı yorumlanmasından kaynaklanan bir kısım meselelerden ötürü ehl-i kıble olmalarına bakmadan belirli şahıs ve grupları tekfir etmişlerdir.
Maalesef tekfircilik ve dışlayıcılık, günümüzün de en büyük felaketlerinden biri olmaya devam etmektedir. Hususiyle selefiler, cihatçı gruplar, terör örgütleri ve radikal eğilimleri bulunan daha başka Müslümanlar, çok küçük sebeplerle Müslümanları tekfir edebiliyor, sapkınlıkla suçlayabiliyorlar.
Hiç şüphesiz böyle bir katılık ve sertliğin, dışlayıcılık ve ötekileştirmenin altında yatan öncelikli sebep, cehalet ve taassuptur. Daha açık bir ifadeyle Kur’an ve Sünnet’i bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirememe, siyer felsefesini doğru okuyamama, makasıd-ı ilâhiyeyi anlayamama, mezhep taassubundan kurtulamama tekfircilerin temel problemleridir. Amelleri imanın bir cüz’ü olarak kabul etme, hakikat tekelciliği yapma, “fırka-i naciye” hadisini yanlış anlama, dogmatizm, farklılıklara karşı müsamahasızlık gibi faktörler de tekfirin altında yatan sebeplerdendir.
Zorba yönetimler ve tekfir
Bütün bunların yanında tekfir ve tadlilin önemli bir sebebi de zorba yönetimlerdir. Siyasi hırs ve çıkarlarını her şeyin önünde tutan zorba yöneticilerin, bütün aykırı sesleri kısma, muhaliflerini sindirme ve düşmanlarını ezme adına kullanageldikleri önemli silahlardan birisi de tekfir olmuştur. Adalet, hakkaniyet ve sağduyunun yerini zulüm, baskı, zorbalık ve siyasal fanatizmin aldığı bu tür yönetimlerde, iktidarı elinde tutanlar, kendilerinden olmayan kimselere karşı intikam hisleriyle oturup kalkmış, düşmanlık psikolojisini hiç terk etmemiş ve onları diskalifiye etme adına her yolu mubah görmüşlerdir.
Zorba yöneticilerin, muhalifleri ezme ve yok etme adına halk desteğine ihtiyaç duyacaklarında şüphe yoktur. Dahası onlar, muhaliflere karşı uygulayacakları gayriinsani ve gayrikanuni yöntemleri bir şekilde meşrulaştırmak zorundadırlar. Bunun en pratik ve elverişli yolu ise muhaliflerin halk nazarında itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesi, toptan değersizleştirilmesi ve hatta ötekileştirilmesi ve şeytanlaştırılmasıdır. Zira bu yapılabildiği takdirde halk, onlara reva görülen her türlü baskı, zorbalık, şiddet ve işkence karşısında “Zaten hak etmişlerdi” diyecek; soykırıma varan zulümler ve haksız bir şekilde sürdürülen cadı avı karşısında kimsenin vicdanı sızlamayacaktır.
İşte bu noktada yöneticiler açısından din ve din adamları “son derece kullanışlı bir araca” dönüşür. Onlar, öncelikle ezmek ve yok etmek istedikleri muhalifleri, din adamları vasıtasıyla tekfir ve tadlil ederler. Yani onların, sahih din anlayışını terk ettikleri, dinle bir alâkalarının kalmadığı ve hatta dini tahrip ettikleri propagandasını yayarlar. Bir anda söz konusu muhalifler; din, toplum ve ümmet açısından sapkın, bid’tçi, fitneci ve tefrikacı birer unsur haline gelirler. İstenmeyen insan olurlar. Kendileriyle selam sabah kesilir. Toplumdan dışlanır ve tecrit edilirler.
Bütün bunlar, iktidar açısından daha sonra yapacakları acımasız ve insafsız saldırılara zemin hazırlama çabasıdır. Zira toplum nazarında yalnızlaşan, güçlerini ve meşruiyetlerini kaybeden vatandaşların, toptan ezilmesi ve yok edilmesi çok daha kolaydır. Kimse devletin zulüm paletleri altında ezilen “sapkınlara” destek olmayacaktır. Destek olma bir yana halk, yoldan çıkan bu “sapkınlara” haddini bildirmesi adına devletin yanında yer alacak, kendilerini onlardan kurtardığı için yöneticilere minnet ve şükran duyacaktır.
Kısaca tekfir ve tadlil, itikadî birer kavram olsa da, çoğu zaman ideolojik ve politik bir karaktere bürünür. Güç ve iktidarı elinde tutan despotların amaçlarına hizmet eden kullanışlı bir araca dönüşür. Zorba yönetimler açısından, muhalefeti susturmanın, yok etmenin, onların mal ve mülklerini “ganimet” adıyla gasp etmenin ve hatta yer yer kanlarını helâl saymanın önemli bir dayanağı olur. Yani tekfircilik ideolojisiyle temel insan hakları ihlâl edilir, özgürlükler kısıtlanır. Politik iradeyi desteklemeyen insanlara gözdağı verilir, “bitaraf olanların bertaraf olacakları” hatırlatılır.
Malum olduğu üzere 2010 sonrası AKP ile Hizmet hareketinin arası açılmaya başladı. Erdoğan, neredeyse Türkiye’deki bütün dinî cemaat ve tarikatları kendi çatısı altında topladı ve onlardan mutlak biat aldı. Tabii ki buna karşılık olarak da devlet imkânlarını onların ayaklarına serdi. Fakat Hizmet hareketi buna yanaşmadı. Bunun önemli bir sebebi, başından beri bağımsız ve tarafsız hareket etmeyi, hürriyetini korumayı kendisine çok önemli bir ilke edinmiş olmasıydı.
Diğer sebepleri ise hükümetin, sıklıkla yolsuzluklarla anılır olması, demokratik değerlerden ve Batı’dan uzaklaşması ve yanlış politikalar izlemesiydi. Hizmet hareketi, Erdoğan’a biat etmediği gibi, medyasında da AKP’li yöneticilerin yanlış bulduğu bir kısım tasarruflarını ve parti politikalarını eleştirmeye başlamıştı. Bunların Erdoğan ve AKP’li çevreler açısından can sıkıcı ve rahatsız edici eleştiriler olduğunda şüphe yoktu. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ise Erdoğan açısından bardağı taşıran son damla olmuştu. Zira ona göre, bu operasyonları yürüten savcı ve polislerin Hizmet hareketiyle irtibatı vardı.
Bundan sonra Erdoğan bütün konuşmalarında, mitinglerinde ve televizyon programlarında açıktan Hizmet hareketini hedef almaya ve Hizmet gönüllülerine ağır hakaret ve ithamlar yöneltmeye başladı. “Haşhaşi, sülük, bulaşıcı bir virüs, kanserli bir hücre, alçak, hain, mezar soyguncusu, kandan beslenen vampir, ihanet çetesi, kan lobisi, uluslararası çetelerin maşası” gibi sıfatlar bunlardan bazılarıydı. Muhtemelen o, çoktan Hizmet hareketiyle hesaplaşmayı ve onları ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Ne var ki hâlâ Hizmet gönüllülerinin halk nezdinde ciddi bir itibarı ve saygısı vardı. Erdoğan, her ne kadar yaptığı ağır hakaret ve suçlamalarla bunu bir derece kırmayı başarmış olsa da, hâlen toplumun büyük kesimi onların ahlâklı ve dindar olduklarına inanıyordu.
İşte burada devreye Diyanet’in girmesi gerekiyordu ve öyle oldu. 15 Temmuz darbe girişiminden yaklaşım iki hafta sonra “Dini İstismar Hareketi FETÖ/PDY” konusunu ele almak üzere Olağanüstü Din İşleri Şura’sı toplandı ve sonrasında üzerinde ittifak ettikleri şura kararlarını yayınladılar. Bunları bir kitap olarak da neşrettiler. Erdoğan, Şura’nın başında yaptığı konuşmasında, “Bundan sonra her anlamda mücadele dönemidir, her anlamda hesap sorma dönemidir.” ifadelerine yer vermiş ve sonrasında, “100 bin gibi bir kadroya sahip olan Diyanet camiamız, artık bu işi üstü örtülü götürmemelidir.” diyerek Diyanet’i de böyle bir mücadele içinde yer almaya, daha doğrusu zaten son yıllarda üstü örtülü sürdürdüğü mücadelesini açıktan sürdürmeye çağırmıştı.
Erdoğan bir taraftan, “15 Temmuz gecesi minarelerden ezanlar-salâlar okunmamış olsaydı, o manevî hava eksik kalırdı. Onlar okununca işin manevî yönü de ne oldu? Güçlenmiş oldu.” sözleriyle darbe girişimi gecesinde verdiği destekten ötürü Diyanet’e teşekkür ediyor, diğer yandan da onları bu mücadeleyi kararlı bir şekilde sürdürmeye çağırıyordu.
Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş’un açılış konuşmasında sarf ettiği şu sözler ise iktidarın Diyanet’ten beklentisini daha açık ortaya koyuyordu: “Siz din camiamızın, Diyanet İşleri Teşkilatımızın ve Türkiye’deki din âlimlerimizin vazifesi de her hâlde bu adamları, İslam tarihinin, İslam fikriyatının tarihinde mahkum etmek ve bunları, İslam’la ilgisi olmayan karanlık bir örgüt olarak, milletin gönlünden, zihninden tamamıyla kazıyıp atmaktır.”
Erdoğan’ın ve Kurtulmuş’un Diyanet’e yapmış olduğu bu çağrı, daha doğrusu emr-i vaki, karşılıksız kalmayacaktı. Diyanet, 15 Temmuz sonrası sahip olduğu bütün kadroları Hizmet hareketiyle mücadeleye yönlendirdi ve elindeki bütün imkânları bu istikamette seferber etti. Diyanet mensuplarının ve Din İşleri Yüksek Şurası üyelerinin yanı sıra birçok ilahiyatçıyı da işin içine dahil ederek Farklı Boyutlarıyla FETÖ/BDY, Gülen Yapılanması, Kendi Dilinden FETÖ, FETÖ/PDY: Dinî ve Psikolojik Boyutları Çalıştayı, FETÖ: Örgütlenmiş Din İstismarının Tahlili, Din İstismarının Arkasına Gizlenen Terör Örgütü gibi başlıklarla Hizmet hareketi aleyhine birçok çalışma yaptı, yaptırdı. Aylık çıkan Diyanet dergisinin bazı sayılarını bu konularla ilgili dosya çalışmalarına ayırdı.
AKP döneminde iktidarın gölge sözcüsü ve gizli ortağı gibi çalışan Diyanetin, Hizmet hareketini ötekileştirme, itibarsızlaştırma ve düşmanlaştırma adına kullandığı en etkili ideolojik silah ise hutbeleriydi. Her hafta yurt içi ve yurtdışındaki camilerde hazırladığı hutbeleri vasıtasıyla yaklaşık 25 milyon insana sesini duyuran Diyanet, bazen üstü örtülü göndermeleriyle, bazen subliminal mesajlarıyla, bazen de açıktan açığa Hizmet hareketini hedef aldı. Birçok hutbesinde cami cemaatini, Hizmet gönüllülerinin, “fitneci, bozguncu, terörist, takıyyeci, vatan haini, din istismarcısı, din bezirganı ve din tahripçisi” olduğuna inandırmaya çalıştı. Algı operasyonlarıyla Hizmet hareketini bir “kült” gibi göstermek istedi. Âyet ve hadisleri kullanarak, cemaatin millî ve dinî duygularını istismar ederek zihinlerde “hizmetfobia” düşüncesini oluşturmaya çalıştı.
Söz konusu çalışmalarda veya hutbelerde dile getirilen itham ve iddiaların ele alınması müstakil çalışmaları gerektirir. Fakat neticede Hizmet hareketi Diyanet tarafından tekfir ve tadlil edildi/ettirildi. Diyanetin söz konusu çalışmalarında Hizmet hareketini tanımlamak için kullandığı isim ve sıfatlar dahi meseleye bakışını anlamaya yetecektir. Bunların bazıları şu şekildedir: “Batınî bir hareket, heretik bir grup, nifak hareketi, sahte bir mehdi hareketi, dinî cemaat taklidi yapan bir Truva atı, dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir terör örgütü, küresel sistemin sinsi bir projesi, karanlık güçlerin maşası, İslam tarihinin yüz karası bir örgüt, fitne ve tefrika odalı bir oluşum, sapkın dinî hareket, ahlak barındırmayan bir sır hareketi, eklektik, faydacı, şiddet ve ihanet yuvası, usulsüz bir oluşum, İslam’ı temsil ettiklerini iddia eden din tacirleri, İslam ümmetinin vahdetini parçalayan bir tefrika hareketi, İslam’ı dönüştürmek ve Müslümanları kontrol etmek amaçlı kökü dışarıda bir küresel proje.”
Diyanet, şura kararlarında Hizmet hareketinin dinî bir oluşum olarak nitelenemeyeceğini, böyle bir yapının İslamî kabul edilemeyeceğini belirtmiş, daha sonra da farklı vesilelerle bunu tekrarlamıştı. Mesela Diyanet’in hazırladığı 12 Temmuz 2019 tarihli Cuma hutbesinde şu ifadelere yer verilmiştir: “Kendini gizleme, olduğundan farklı görünme, ikiyüzlülük, yalan, tehdit ve şantaj gibi yöntemlerle ayakta kalan FETÖ, asla İslamî bir yapı değildir. Rüyalarla, gizemlerle, sinsi planlarla, sözde ılımlı bir İslam kurgulamaya çalışan FETÖ, bir terör şebekesidir.”
Diyanet, belki Hizmet gönüllülerini doğrudan tekfir etmiyor, açıkça mürtet ve kafir ilân etmiyordu. Fakat yaptığı tanımlama ve kullandığı vasıflardan çıkan netice bu idi. Hatta Hizmet mensupları, müşrik ve kâfirlerden daha tehlikeli bir konuma yerleştiriliyor ve ülkedeki her kötülüğün kaynağı gibi lanse ediliyordu. Onların fert, aile, toplum, devlet, ümmet ve din açısından nasıl korkunç bir musibet oldukları öne sürülüyordu. Onlar, din mühendisliği yapmakla, dinî kavramların içini boşaltmakla, dinin temel umdelerini tahrif etmekle ve paralel bir dinî yapı kurmakla suçlanıyorlardı.
Günümüzün mevcut siyasi atmosferinden ötürü Diyanet’in bu görüşlerine ve yapmış olduğu çalışmalara açıktan karşı çıkan çok fazla kimse olmadı. Çoğu insan, “FETÖ” damgası yemekten veya iktidarın hışmına uğramaktan korkuyor. Kimse iktidarı karşısına almak istemiyor. İlim adamları, akademisyenler ve aydınlar, Diyanet’in yüzbinlerce mü’mini tekfir veya en azından tadlil etmesi karşısında sessiz kalmayı tercih ediyor. Korku damarı, çıkar ilişkileri, hizip politikası, farklı dünya görüşlerine sahip olma gibi sebepler onları bundan alıkoyuyor.
Fakat öyle inanıyoruz ki baştan sona iftira ve karalamalarla dolu, insaf ve hakperestliğin zerresi bulunmayan, belli bir garaz ve önyargıyla yapıldığından şüphe edilmeyen, seçmeci ve parçacı yaklaşımlarla ortaya konulan, ilmî ve akademik bakış açısından yoksun, zihnî kurgu ve tahayyüllerin hakikat gibi sunulduğu, tamamıyla okuyucuların algılarını etkilemeye yönelik Diyanet’in bu çalışmaları hakkında çok sayıda reddiyeler yazılacak, araştırmalar yapılacaktır. Zikri geçen çalışmalarda ismi bulunan ilahiyatçı ve akademisyenler de nasıl korkunç bir cürme ortak olduklarını, iktidarın soykırım düzeyindeki zulüm ve zorbalıklarına büyük bir destek verdiklerini er geç fark edeceklerdir.
İnsan, daha düne kadar her yerde alkışlanan, takdirle karşılanan, parmakla gösterilen Hizmet gönüllülerinin hangi mantık ve gerekçeyle bir anda “hain, terörist, münafık, sapkın” ilan edildiklerini anlamakta zorlanıyor. Kur’ân ve Sünnet’e gönülden bağlı bulunan, i’lâ-i kelimetullahı hayatlarının gayesi olarak gören, yaşatmak için yaşama sloganıyla yola çıkan Hizmet gönüllülerinin nasıl olup da dini istismar ve tahrip ettiklerini anlamak mümkün değil!
En mümeyyiz vasıfları ahlakî mazbutiyetleri ve dindarlıkları olan, farzların ötesinde nafileleri eda etmeye dahi ayrı bir önem veren, Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanma dışında başka bir şey düşünmeyen insanların dahi “sapkın”, “münafık”, “hain” olarak damgalandığı bir ülkede, yarın kimlerin başına neler geleceğini hiç kimse kestiremez. Böyle bir ülkede herkes bir gün iktidarın hedefi haline gelebilir ve benzer damgaları yiyebilir.
İnsan, yaşanan bu hâdiselere baktığında, hak ve adaletten sapan bir iktidarın, kendi vatandaşlarına yapabileceği kötülük ve fenalıklar karşısında ürperiyor. Dinin siyasete âlet edilmesinin, siyasetin hizmetine sunulmasının nasıl vahim neticeler doğurabileceğini daha iyi anlıyor. Hukukun, sağduyunun ve demokratik değerlerin kaybolduğu ülkelerde hiç kimsenin can ve mal güvenliğinin kalmayacağını yaşayarak öğreniyor. İktidarın ve güç zehirlenmesinin, insanları nasıl yoldan çıkarabileceğini, ülkeye nasıl bir kaos ve felaket getirebileceğini bizzat tecrübe ediyor.
- tarihinde hazırlandı.