Merhum Ali Rıza Güven

Kestanepazarı Camii

Kemeraltı civarı, İzmir'de ticaretin kalbinin attığı, aynı zamanda buram buram tarih kokan bir merkez. Tarihî camileri ve çeşmeleri, dünden bugüne bir kültür köprüsü gibi uzanıyor. 1663 (hicri 1079) yılında inşa edilen Kestanepazarı Camii son derece önemli bir yer işgal ediyor bu çarşıda.

Cami'nin hitabesinde şöyle yazmaktadır: 'Bu Camii Eminzade Hacı Ahmet Ağa'nın bina ve vakfeylediği bir eserdir. Cenabı sahibül hayrat Ahmet Ağa hasseten lillah. Bu âli camiyi yaptırdı. Kast-ı hayr idi nagâh.. Bu tarih-i dilgüşah seyreyleyenler dedi tarihinin, yerinde olduğu zibah bî bedel Camii tealallah.. İnşa tarihi: Miladi 1663, Arabî 1079'dur'.

Kestanepazarı Kur'an Kursu

Kestanepazarı Camii bitişiğindeki Kursun nüvesi, 1945 yılında Kestanepazarı Camii avlusundaki odalarda, merhum Hacı Salih Tanrıbuyruğu'nun 10 kadar öğrenciye Kur'ân öğretmeye başlamasıyla atılıyor. Günden güne sayısı artan öğrencilerin ihtiyaçları, 5 yıl kadar hayırsever vatandaşlarca karşılanıyor. 1949 yılında bir dernek çatısı altında Kur'ân hizmetini sürdürmek isteyen merhum yazar Hacı Raif Cilasun, Hacı Nuri Sevil ve Avukat Muhtar Türkekul, 'Kur'ân Öğrencilerini Koruma Derneği' için vilayete başvuruyor. Tüzük 1950'de tasdik ediliyor. İmam hatip liselerinin açılmaya başlaması ve İzmir İmam Hatip Lisesi'nin faaliyete geçmesiyle derneğin adı, 1954 yılında 'İmam Hatip ve İlahiyata Öğrenci Yetiştirme Derneği' olarak değiştiriliyor. Dernek Başkanı da Ali Rıza Güven oldu. 45 senedir faaliyet gösteren Kur'an Kursu'nda, Kur'an-ı Kerim öğretmek, hafız yetiştirmek, İmam Hatip ve İlahiyata gitmek isteyen, ayrıca diğer okullara giden öğrencilere de bir barınma yeri olarak hizmet vermektedir.

Eğitim öğretimde başarılı olan öğrenciler, para alınmadan okutuluyor, burs veriliyor. Kursta yetişmiş binlerce mezun, çeşitli kuruluşlarda önemli görevler üstlenmiş. Büyük kısmı Diyanet teşkilatında müfettiş, müftü, vaiz, imam, müezzin ve idareci olarak görev yapıyor. Bazıları üniversitelerde, özellikle ilahiyat fakültelerinde öğretim üyesi. Kur'ân kursu, İmam Hatip ve İlahiyata Öğrenci Yetiştirme Derneği'nin çatısı altında faaliyetini sürdürüyor.

İzmir'in hayırsever işadamlarından Ali Rıza Güven'in, Mimar Kemalettin Caddesi'nde bir tuhafiyeci dükkanı vardı. İş yerinden Kestanepazarı Kur'ân Kursu'na özel bir hatla telefon bağlatmıştı. 50 yıldır Kestanepazarı Kur'ân Kursu'nun fahri başkanıydı. Dükkanından talebeleri takip için bir direkt telefon hattı kurmuştu.

Ali Rıza Güven, Kestanepazarı Kur'ân Kursu'nun maddi manevi direği. Uzun yıllar derneğin başkanlığını yapmış ve halen fahri başkan kabul ediliyor. Kuruluş yıllarından itibaren her gün derneğe gidiyor ve kursun ihtiyaçlarını görüyor. Bu titizlik, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kestanepazarı'na vaiz ve idareci olarak tayin edilmesine kadar devam ediyor.

Tuhafiyeci Ali Rıza Güven 1949 yılındaki ilk kurucu ekip arasında yer almasa da Kestanepazarı 'İmam Hatip ve İlahiyata Öğrenci Yetiştirme Derneği'ni 1950'li yılların ortalarından itibaren alıp günümüze kadar ulaştıran ve bu işte en çok emeği geçenlerden birisi olarak bilinmektedir. Ali Rıza Güven, talebelerden cemaate ve esnafa kadar herkesi kucaklayan bir isim olarak ün yapmıştı. Halk da onun yaptığı hizmetleri unutmadı. Ali Rıza Güven, talebeleri boş bırakmayan, bizzat kontrol eden Hacı Raif Cilasun gibi her sabah kursa gelerek onlarla ilgilenirdi.

Talebelerin ve halkın gözünde Kestanepazarı bir ilmi müessese ve bir medrese idi. Hatta latife olarak 'Kestanepazarı Üniversitesi' olarak anılmaya da başlar. Kestanepazarı, talebeler için hem bir yurt hem de kurs idi. Kestanepazarı'nda talebelerin ve halkın iki 'hacı baba'sı vardı. Biri Ali Rıza Güven, biri de Raif Cilasun[1]. Biri maddi-manevi baba, diğeri ise ilmi-idari baba hüvetinde idiler. Oradaki herkese tam babalık yapmışlardır. Hatta Ali Rıza Güven adı Kestane Pazarı ile özdeşleşmiş gibidir. Bunların yanında devamlı bir yardımcılık ve sanki müsteşarlık rolü oynayan İsmail Türe'yi de anmadan geçmemek lazım.

Ali Rıza Güven'in Hayatı

1914 yılında Antalya'nın Akseki ilçesine bağlı Sarıhacılar köyünde doğdu. Tam birinci dünya savaşının yaşandığı yıllar. Harbin patlaması ile henüz altı aylıkken babası askere gidiyor. Küçük Ali Rıza bir buçuk yaşındayken babası askerde ölüyor. Amcası aynı şekilde Gelibolu'da birer hafta arayla ölüyorlar. Fakat bu ölümden birbirlerinin haberi olmuyor. Çocukluk yılları fakirlikle geçti. Köyden belki 30-40 kişi Çanakkale'ye giderek şehit olmuş.

1928 yılında İzmir'e geldi. Harf devrimi henüz yeni yapılmış ve yeni alfabe kursları devam etmektedir. İlk geldiğinde İzmir'de bir akrabasının ticarethanesinde çalıştı. Yardımcı çırak işe başladı. 1933 senesinde Ankara'ya gitti. Ankara'da bir tuhafiye dükkanı açtı. O zaman 20 yaşında bir delikanlı idi.

1941 yılında bir akrabasının kızıyla evlendi. Evlendikten sonra ailece İzmir'e yaptıkları bir ziyaret dolayısıyla orada kalıp ticaret yapmayı kararlaştırırlar.

1943 yılında İzmir'de son yıllara kadar yapmış olduğu tuhafiye işini küçük çaplı bir dükkanda kurdu.

1945-1950 yılları arasında evlerde çay sohbetleri ve ders yapılmaya başlar. Muhabbetler yapılır, konuşulurdu. O zaman dernek diye bir düşünce veya teşkilat yoktur.

1950 senesinde Salih Tanrıbuyruğu ve Raif Cilasun öncülüğünde 'Kur'ân Öğrencilerini Koruma Derneği' resmen kuruldu. O zamanlar Kestanepazarı Camii'nin küçük medrese odaları vardır. Oralarda 8-10 kadar talebe zor şartlarda bakılmaktadır.

1953 yılında İzmir'de İmam Hatip okulu[2] açılması teşebbüsü olur.. Ali Rıza Güven şöyle diyor:

'Belki ellibin liramız yok başlandığı zaman, şimdiki kızların bulunduğu Arap Fırını'ndaki İmam Hatip okulu yapıldı. İşte o yapıldıktan sonra daha açık olarak çocuklar bir milli kültür, maarif sistemi içerisinde okumaya başladılar.'

1954 senesinde Kestanepazarı derneği 'İmam Hatip ve İlahiyata Öğrenci Yetiştirme Derneği' olarak isim değiştirdi. İsmail Türe, Salih Efendi ve Ali Tosun hocalar talebeleri özel olarak yetiştirmeye başlarlar. Ali Rıza Güven derneğin idarecisi olmuştur.

1964 yılından itibaren Yüksek İslam Enstitüsü açılması[3] gündeme gelir. İmam Hatip için açılan bina yetmez olmuştur. Ali Rıza Güven şöyle anlatıyor:

'Tayyip Okiç diye bir Profesör vardı. İlahiyat Fakültesi profesörü, beynelmilel bir adam bu adam. İzmir'e geldiğinde birgün beni ona ziyarete götürdüler. Dedi ki İzmir'de bir Yüksek İslam Enstitüsü açmak çok büyük manalar taşır.

Burası yabancıların diyarıydı. Yabancıların birçok faaliyetleri burada oluyor. O da güzel bir sebep oldu, biz faaliyete geçtik Yüksek İslam Enstitüsü açalım diye. Burada bir arkadaşım var benim emekli albay Mehmet Çatakkaya hala O da hayatta.

Onunla İstanbul'larda Ankara'larda çok dolaştık. Devrin başbakanı ile, Milli Eğitim bakanı ile görüştük, o gün için bize yakınlık gösterdiler, alaka gösterdiler. Derken netice itibarı ile İzmir Yüksek İslam Enstitüsü'nü de açtık Daha sonraları bu okul 9 Eylül Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi oldu.

Şimdi tabii bu müesseseleri, binaları meydana getirmek çok zor oldu. O gün için 50'li senelerde 60'lı senelerde, memleketimizin durumu, tüccarlarımızın durumu, iktisadi durumu malum. Yani gidildiği zaman bir yerden 2,5 lira 10 lira bağışlar alındığı olurdu, boş döndüğümüz de çok olurdu. Yani o gün için bu binaları yapmasaydık İzmir'de İlahiyat Fakülte'sini kuramazdık.

1970'li yıllardan itibaren Vakıf kurma düşüncesi oluşur Ali Rıza Güven'de. Hayatını talebe yetiştirme ve korumaya adamış olan Ali Rıza Güven şöyle anlatıyor:

Şimdi bugün için İlahiyat sitesi olarak İmam Hatip Lisesi'nin ve İlahiyat Fakültesi'nin bulunduğu binaların bizim bu Kestanepazarı'ndaki İmam Hatip derneği yalnız 1000 metreye oturan binalar, okul binası, yurt binası, yine İmam Hatip talebeleri için yurt binası ayrıca İmam Hatip Okulu binası bunların hepsini Milli Kültür ve Ahlaka Hizmet Vakfı adı altında bir araya topladık.

Dedik ki derneklerin ömrü kısa olur. Kalıcı olan TBMM kanunları himayesinde olan vakıflardır. Vakıf kurduk. Hacı Nuri Sevil ve Hacı Ahmet Tatari Bey ve ben bu vakfın kurulmasını bir umre ziyaretinde hatta hac ziyaretinde Kabe-i Muazzamanın karşısında akşam namazından sonra, yatsı namazını bekleme esnasında Hacı Ahmet Bey'e 'Hacı ağabey bir vakıf kuralım. Derneklerin ömrü kısa olur vakıf kurarsak daha devamlılık arzeder' dedim.

İlahiyat Fakültesi binasını 9 Eylül Üniversitesi'ne 99 sene şartlı olarak verdik. Ancak İlahiyat Fakültesi olarak kullanılmak üzere. İmam Hatip okulunu da Milli Eğitim Bakanlığı'na verdik. Yine 99 sene şartlı ve İmam Hatip Okulu olarak kullanılmak şartıyla.

Bir yandan binaları yaparken bir yandan da talebelere burs veriyoruz. 150-200 talebeyi yatırıp kaldırıyoruz, yedirip içiriyoruz. Bizde onlara hizmet eden hizmetçilere veya özel öğretmenlere maaş veriyoruz. Yani o günleri hatırlıyorum da zor işlerdi yani. Ama semeresi itibariyle güzel olan işlerdi.

Bugün bir kapıya gitsem zili çalsam para alabilirim, verirler bana. Fakat o zamanlarda bir eve gitmek, bir yerde dolaşmak, gezmek, para istemek çok zordu. O zorluklara rağmen biz bu tesisleri yaptık. Artık İzmir'lilere emanet ediyoruz. İnşaallah devamını onlar getirirler, hizmetleri yarıda bırakmazlar.

Fethullah Gülen, Ali Rıza Güven'i Anlatıyor

Fethullah Gülen 11 Mart 1966 tarihinde Kırklareli'nden İzmir'e tayin olduktan kısa bir zaman sonra İzmir'e taşınır. 1970 yılı Mayıs ayına kadar yaklaşık 4 buçuk yıl Kestanepazarı'nda kalan Hocaefendi, İzmir'deki ilk günlerini ve Ali Rıza Güven'le ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor.

Hocaefendi: 'Ağabey, Çay Hazır'

İlk müşahademe göre devamlı olarak talebenin başında bulunmamda zaruret olduğu kanaatına vardım. 24 saat hiç uyumamam icap ediyordu. Talebenin umumi durumu bunu gerektiriyordu. Devamlı riyazattan, bünyem iyice zayıf düşmüştü. Buna rağmen bir iki saat uyku ile yetiniyordum. Bazen sabaha kadar beklediğim ve hiç uyumadığım olurdu. Geceleri birkaç defa banyoları, tuvaletleri ve yatakhaneleri dolaşır, talebeyi kontrol ederdim. Bir taraftan talebe ile yakından ilgileniyor, diğer taraftan da gördüğüm gayri nizami durumları düzeltmeye çalışıyordum.

İzmir'e geldikten altı ay kadar sonra, bana kalacak bir yer yaptılar. Burası tahta bir barakaydı. Eni de boyu da iki metre genişlikte bir kulübe idi. Ben ilk altı yedi ay, hep müdüriyette kaldım. İş oturuncaya kadar sırtımı yere koymadım, diyebilirim.

Ali Rıza Güven Bey, dernek başkanıydı. Dernekte en çok sözü geçen oydu. Gıyabımda beni takdirle yâd ettiğini ve bir gün idarecileri toplayarak 'Bu hoca, buranın yemeğini dahi yemiyor. Eğer onu rahatsız edici bir tavrınız olursa, hepinizi buradan atarım' dediğini, daha sonra duydum. Kısa bir müddet sonra da, gerek talebe, gerek idarecilerin büyük çoğunluğu, gerekse hocalar beni kabullendiler ve aramızda ciddi bir kaynaşma oldu.

Benden evvel, Ali Rıza Güven Bey, her sabah gelir talebeleri kontrol edermiş. İlk günlerde sık gelirdi. Fakat beni hep ayakta ve talebelerin başında buldu. Bir gün 'Hocam artık burası bütünüyle size emanet. Benim gelmeme gerek kalmadı' dedi. Ve ondan sonra da kontrol maksadıyla yurda hiç uğramadı.

Kulübemi çok seviyordum. Küçük bir yerdi. Uzansam ayaklarım duvara değerdi. Helası, lavabosu yoktu. Ellerimi dışarıdaki bir bidondan yıkıyordum. Fakat bu küçük oda, beni doyuracak seviyede hizmet veren yerlerden biri oldu. Çok mütevazı ve sade bir yerdi; fakat daha sonra meydana gelecek nice hizmetlere işte bu oda analık yapmıştı. Bir han gibi işlerdi orası...

Bazan Ali Rıza Güven Bey, Sacid Bey ile beraber, bazan Saffet Solak Bey bazan da bir başkası gelirdi. Ben de hususi çay yapar ve ikram ederdim. Ali Rıza Güven Bey, o tatlı sesiyle telefon eder ve 'Hocam, çay hazır mı?' derdi. Veya ben açardım telefonu 'Ağabey, çay hazır' derdim. Gelirdi. Evliya gibi bir insandı.

Son arzum, Kestanepazarı'nın bir yerinde gömülmek ve kabrimden talebelerin gürültüsünü dinlemekti. Evet, dünyada bütün arzu ve isteğim buydu. Unutamıyordum o günleri ve tahta kulübemi. Unutacağa da benzemiyordum. Nasıl unutabilirdim ki? Ben bu kulübeyle adeta ruhumun en mahrem sırlarını paylaşmıştım. Hele gözümün önünde tüllenen talebelerim. Onları son gördüğümde nasıl da mahzunlaşmış ve adeta o masum bakışlarıyla bana, 'Bizi kime bırakıyorsun?' diye yalvarmışlardı. Ah keşke hiçbirini bırakmadan, hepsini yanıma alabilseydim fakat o zaman bu mümkün değildi.'

Ali Rıza Bey'le çok dolaştık

Fethullah Gülen Hocaefendi Kestanepazarı'na geldikten sonra dernek yöneticileri ile yakın temasa geçmiş ve talebelerin daha iyi ortamlarda barındırılması veya okutulması konularında girişimleri olmuştur. Bu yönde İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü binalarının yapılması için Ali Rıza Güven Bey'le beraber uğraştı. Hocaefendi şöyle anlatıyor:

Kestanepazarı'nda bulunduğum devreye ait hayırlı teşebbüslerden biri de 1968 yılında İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsünün şu anda bulundukları yerleri alma çalışmaları oldu. Ali Rıza Güven, Dr. Dursun Bey ve ben, üçümüz, o arsalara beraber bakmış, beraber gösterdiğimiz gayretlerle bu yerleri almıştık. Turgutlu'ya para toplamaya gittiğimizde, bir de bize Hacı Bekir katılmıştı.

Varlıklı insanların, para vermeyişleri çok tuhafıma giderdi. Bir fabrikatör, çıkarıp elli lira vermişti, bunu çok garipsemiştim.

Böyle dolaşmakla bir yere varılamayacağını anladım. 'Para isteyeceğimiz insanları bir araya toplayalım ve birbirlerini teşvik etsinler' dedim. Bu teklifim kabul edildi ve İrfan Bey'in mağazasının üstünde toplandık. On kişi kadardık. Hatırladıklarım arasında, Konyalı Hacı Mustafa, Ali Rıza Güven, Hacı Ahmed Tatari ve İsmail Alkan vardı. Ben birşeyler söyledim. Ali Rıza Güven de birşeyler anlattı. Daha sonra da para toplandı. Ahmet Tatari 100 bin lira verdi. Ali Rıza Güven Elli bin lira ile onu takip etti. Herkes bir miktar söyledi. İsmail Alkan ise 2500 lira verdi. Halbuki çok zengin bir insandı. Verirken de 'Herkes inandığı kadar yapar' dedi. Bu sözü hiç unutmadım.

Bu arada İmam Hatip Okulu'nun yeni binasının yapımına başlandı. Taban döşemelerini toplamaya Ali Rıza Güven'le ikimiz gittik. Bu arada, açık saçık bir kadınla da muhatap olmak zorunda kalmıştık. Hatta Ali Rıza Bey, dönüşte bana şöyle demişti: 'Hocam, sizi çok takdir ettim. Prensipleriniz, dini düşünceleriniz var.. Fakat burada yaptığınız fedakarlık.. Doğrusu bizi çok mütehassis etti.' O da biliyordu ki ben, çocuk velisi olan kadınlarla dahi konuşmaz ve onları idareye gönderirdim. Fakat İmam Hatip Okulu hatırına o gün bana zor gelse de prensibimden taviz vermiştim. Bu da Ali Rıza Bey'i duygulandırmıştı. Gerçi o kadından hiçbir şey de alamamıştık..

İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsünün bütün faaliyetlerinde içlerinde bulunmaya çalıştım. Her açılış ve kapanış merasimlerine mutlaka iştirak etmeye gayret ettim. Bu müesseselerin her zaman fayda ve yararına inandım. Bugün de kanaatimi değiştirmiş değilim. Buralarda yüzde yüz çok mükemmel insan yetişmeyebilir. Ama bu nesil belli bir boşluktan gelmiştir. Onlara bu kadarcık dahi olsa, ilim, irfan ve dini kültür verme bence çok mühimdir. Değişik istihalelerle özünü bulma yolundadır. Gelecekte de inşallah tarihi vazifesini eda edecektir.

Ali Rıza Güven, Hocaefendi'yi Anlatıyor

Yaşar Tunagür hocanın 1965 sonbaharında Ankara'ya tayini çıkmıştı. Kendisinden yerine mutlaka birini bulmasını talep ettik. Zaten aldığımız söz üzerine, gidişine onay verdik, muvafakat ettik. O da Ankara'ya gittikten sonra Hocaefendi'yi gönderdi bize.

Genç Bir Hocaefendi idi

Hepimiz onu çok genç bulmuştuk. Acaba Yaşar Hoca'nın yerini doldurabilecek mi diye merak etmeye başladık. Fakat o çok kısa zamanda tereddüt ve kuşkumuzun yersizliğini ispat etti. Onu, tahminimizin çok üstünde, âlim, faziletli, feragat sahibi ve çalışkan bir insan olarak bulduk. Disiplinine hayran olmamak mümkün değildi. Hem derslere girer hem de talebenin sevk ve idaresiyle meşgul olurdu.

İlk günlerde yine kursa gittim. Hocaefendi, hep ayakta ve talebelerin başındaydı. Bir gün, 'Hocam artık burası bütünüyle size emanet. Benim gelmeme gerek kalmadı' dedim. Hocaefendi İzmir'e geldiğinde, kendisi hakkında tam bir malumatımız yoktu. Fakat kendisine sahip çıktık. 26 yaşlarındaydı o zamanlar. 24 saat derneğin başındaydı. Ayrı bir ev yerine kulübede, öğrencilerin yanında kalmayı tercih etti. Bizim eve de gelip gidiyordu arada sırada. İşyerinden derneğe paralel telefon çektirmiştim. Hocaefendi mağazaya gelip gidiyordu. Ben de kendisini ziyarete gidiyordum.

Kendisini gün aşırı ziyaret ederdim. Küçük odasında -ki bir insan uzansa ayağı duvara değerdi-beraberce çok çay içtik. Çayı, Hocaefendi kendi elleriyle demlerdi. Odasında küçük bir elektrik sobası vardı. Bununla ufak tefek ihtiyaçlarını görebiliyordu. İkili sohbetlerimizi ve bazen de dertleşmelerimizi çoğunlukla bu ikindi vaktindeki çay saatinde yapardık. Vakit olarak da ekseriyetle ikindi namazından sonra olurdu.

Hocaefendi'nin hiçbir siyasi düşüncesi ve hiçbir partiye sempatisi yoktu. Talebeleri sabah kaldırır, akşam yatıncaya kadar onlarla ilgilenirdi.

Tahta Kulübede Kalıyordu

Hocaefendi Kestanepazarı'nda kalırken güzel, sade bir odası vardı. Yalnız, kaldığı yerin büyüklüğü olarak belirtmek gerekirse başka bir insan onun kaldığı yerde kalamazdı. Çünkü çok küçük bir yerdi. Tahtadan yapılmış kulübe idi. O kulübede dostane bir ortamda sohbet ederdi. Daha önce bu kulübede kalan yoktu. Baraka iki bölmeydi. Birinde kütüphanesi vardı. Diğerinde de kalırdı. Hocaefendi bütün ihtiyaçlarını bu odada karşılardı. Misafir geldiği zaman burada ağırlardı.

Zaman zaman odasına gittiğim vakit burada kendisinin demlediği çayı içerdik. Hemen hemen her daim ikindi vakti çay içerdik. Hocaefendinin bir özelliği de çayı çok sevmesiydi. Çayı çok güzel demlerdi, üzerine kimse yoktur desem doğrudur. Kendi işini kendisi yapar, başkasına yaptırmazdı. Odasında bir küçük kilim, halı şeklinde sade düz yere yatardı. Kanepesi, koltuğu yoktu. Onun bugünün yatakları gibi şeyleri yoktu. Elbiseleri konusunda bilemiyorum ama pek yoktu. Yalnız, temizliğe ve titizliğe özen gösteren bir insandı. Her türlü işinde bu kendisini belli ediyordu.

Hocaefendi kursun yemeğini yemezdi. Kendisine göre yemek alır, yerdi. Alışverişini çarşıdan yapardı. Çok hassas bir insandı. Bütün hocalar belli bir para alırdı ama Hocaefendi buradan hiç para almazdı. Geceleri devamlı okurdu, uykuya çok az bir zaman ayırırdı. Zeki ve çok şefkatli idi. Kimseyi kırmamak, yük olmamak isterdi. Çıkarken bile 'sizin vaktinizi alıkoymayayım' şeklinde nezaketle ayrılırdı.'

Anlayışı ve Vefası Fevkalade İdi

İmam Hatip Okulunun döşemeleri için İzmir'in zengin bir kadınına beraberce gitmiştik. Prensiplerine aykırıydı, fakat fedakarlık yapmıştı. Onun bu fedakarlığını hiç unutamam..

Hocaefendi beş sene kadar Kestanepazarı'nda hizmet verdi. Bu zaman zarfında yetişen talebeler çok daha başka yetişmişlerdi. Şuurlu ve ruh köklerine bağlı birer insan oldular.

Talebelerin herşeyi ile bizzat meşgul olurdu. Dersleriyle, terbiyeleriyle ve sosyal durumlarıyla.. O hem yurt müdürü hem de başöğretmendi. Yetişen talebeler de ona göre ihlaslı ve samimi oluyordu. Bu farkı her zaman hissetmişimdir.

Hastalandığım sırada tedavi görürken Fethullah Gülen Hocaefendi ABD'den mektup gönderdi. Hocaefendi, dostların arasında bulunmayı çok arzuladığını yazmış mektubunda.

Vaazları Etkileyici idi

Kestanepazarı Camiinde verdiği vaazlar da çok ilgi topluyordu. Zaten içi dolu bir insandı. İçindekileri aktarabilmede de çok mahirdi. Seçkin bir hitabet tarzı ve üslubu vardı. İkna gücü çok kuvvetliydi.

Vaazlarında işlediği konular, her seviyedeki insanı tatmin ediyordu. Onun vaazlarına kim gelse ve dinlemesi peşin bir hüküm sebebiyle değilse mutlaka çok beğenirdi. İlmî ve teknik ağırlıklı konuşuyordu. Zaten bütün, vaazları çokları tarafından teyplerle kaydediliyordu.

[1] Esnaflığının yanı sıra ilim irfan ve fikir adamı olan Raif Cilasun 1906 yılında İzmir'de doğdu. Öğrenimini İzmir'de Sultani Lisesi'nde yaparken Yunanlıların İzmir'i işgal etmesi üzerine tahsiline devam edemedi. 1925 yılında İstanbul Robert Kolejine devam etti. 1949 senesinde İmam Hatip okullarının açılması hususunda büyük çabaları oldu. 1951 yılında İlim Yayma Cemiyetinin kurulmasında öncülük etti. Çoğunluğu roman tarzında birçok eseri bulunmaktadır. 19 Ağustos 1998 tarihinde İzmir'de vefat etti. Fethullah Gülen Hocaefendi 20 Ağustos 1998'de Zaman gazetesinde şu taziyeyi yayınladı:

'Ülkemizin manevî dinamiklerinden; ilim, takva ve fazilet timsali, muhterem Raif Cilasun Beyefendi'nin İzmir'de dâr-ı bekâya irtihalini derin bir teessürle öğrendim. Ülkemize ilim, edep ve irfanıyla büyük hizmet vermiş bu değerli insana Allah'tan rahmet ve mağfiret diler, başta salihat-ı nisvandan muhtereme refikalarına, evladına, eş dost ve ahbabına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyelerimi bildiririm.'

Raif Cilasun'un yayınlanmış eserleri şunlardır: 'Oğlum Osman, Bir Annenin Feryadı, Beklenen Sabah, Onlar Olmasaydı, Veysel Karani, Gafiller, Dinmeyen Gözyaşları, Bitmeyen Zulmet, Haram Lokma, Rüya Tabirleri, Teksas'ta İslam'ın Gücü'

[2] İzmir İmam Hatip Okulu 1953 yılında bugünkü Konak Arap Fırını sokağında şu anda kız öğrencilerin okuduğu 80-90 m2'lik küçücük eski binada eğitim-öğretime başlamıştır. Hacı Nuri Sevil'in annesinin bağışladığı arsada, Kestanepazarı İmam Hatip ve İlahiyat'a Öğrenci Yetiştirme Derneği tarafından bilhassa Ali Rıza Güven, Hacı Raif Cilasun'un hizmetleriyle yaptırılan bu bina 1970 yılına kadar hizmet vermiştir. Okulun yeni binasının temeli ise 1968 yılında atılmış ve 1970 yılında da eğitim-öğretime açılmıştır.

1971-1972 Öğretim yılından itibaren İmam Hatip Okulu'nun orta kısımları kapatılmıştır. İmam Hatip Okulu'nun adı değişerek İmam Hatip Lisesi olmuştur. Önceden 4 yıl 1. devre (orta), 3 yıl ikinci devre (Lise), şeklinde tedrisat yapılırken bu değisiklikle ortaokuldan sonra 4 yıl Lise şekline dönüşmüş ve okulun mevcudu birden 300'e düşmüştür. Bir ara (1972-1976) yılları arasında 100 kadar Devlet Parasız Yatılı öğrenci alınmış ise de namüsait sartlardan dolayı Devlet Parasız Yatılı kaldırılmıştır.

[3] İzmir Yüksek İslam Enstitüsü Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 21 Kasım 1966 Pazartesi günü Köprü semtindeki Ahmet Tatari Köşkünde açılmış, 1969 yılında İzmir Yüksek İslam Enstitüsü Yaptırma ve Koruma Derneği tarafından inşa edilen şimdiki A Blok binasına nakledilmiştir.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.