Güzergâh emniyeti

Güzergâh emniyeti ne demektir? Hem şahsımız, hem de şahs-ı mânevî açısından, güzergâh emniyetinin esasları nelerdir?

Farsça’dan dilimize girmiş olan güzergâh kelimesi, yol ve şehrah mânâlarına gelir. Fakat güzergâh, daha ziyade bir insanın gitmesi gerekli olan yere, varması icap eden hedefe onu ulaştıran yol demektir. Bu hedefler bazen dünyevî, bazen de uhrevî olur. Ancak, dünyevî hedefler, inanmış bir insan için asıl gaye ve maksat olamayacağından, o, bu hedef ve gayeleri dahi sonsuzluk yolunda uhrevîlik hesabına değerlendirir.

Rıza tek hedef

Meselâ inanan bir gönül, bir köyün sorumluluğunu deruhte ettiğinde, onun böyle bir işten maksadı, sırf maddî imkân elde etme, makam mansıp duygusunun tatmini gibi basit heves ve arzular değildir/olmamalıdır. Aksine o, rıza-i ilâhî için, köydeki insanların dünyevî-uhrevî mutluluğunu temin adına çalışıp çabalar. Meselâ gecesini gündüzüne katıp köy halkının istifade edeceği okul, cami, kütüphane vs. müesseseler yaptırır, insanları yüce ve yüksek hedeflere yönlendirir; onların başta kendi milleti olmak üzere bütün insanlığa faydalı fertler olmalarını temin eder. Alanın biraz daha genişlediği nahiyede de o, bulunduğu konumunun hakkını verip muhatap olduğu insanları yüce ve yüksek ideallerle buluşturmaya gayret eder. Aksi takdirde, amirlik, müdürlük gibi makam ve mansıpların inanan bir fert için ne ehemmiyeti olabilir ki! Çünkü dünyanın dünyaya bakan yönü itibarıyla sinek kanadı kadar dahi bir kıymeti yoktur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

لَوْ كَانَت الدُّنْيَا تَعْدِلُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافراً مِنْهَا شَرْبَةَ مَاءٍ
“Şayet dünyanın Allah katında, sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî, Zühd 13)

Ancak dünyanın; esma-i ilâhiyeye, ahirete, Cennet’e, Cenâb-ı Hakk’ın cemaline ve “Ben sizden razıyım” ufkuna yürümenin güzergâhı olması itibarıyla ehemmiyeti çok büyüktür.

Bu açıdan inanan bir gönlün her türlü iş ve gayretinde hedeflerin en büyüğü olan rıza-ı ilâhî esas gaye olarak yer alır. Onun berisinde de gaye ölçüsünde bir vesile olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlığa tanıtılması, din-i mübin-i İslâm’ın sevdirilmesi vardır. Ancak bunlar bile O’nun rızasını kazanma istikametinde birer vesiledir. Gayeye yakın birer vesile olmaları itibarıyla onlarsız olunamasa da, esas olan Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Bu istikamette gösterilen bütün cehd u gayretler hedefini bulmuş sayılır. İşte, güzergâh, insanı böyle yüce bir hedefe götüren yol demektir. İnsan bu güzergâhta engel ve mânialara takılıp kalmaksızın yol yürüyebilmek için, mebdeden müntehaya kadar her şeye bütüncül ve mahrutî bir nazarla bakmalı, tehlike ve riskleri önceden tespit edebilmelidir. Böylece kişi hedefe varma istikametinde yürüdüğü şehrahı teminat altına almış ve herhangi bir trafik sıkışıklığına sebebiyet vermemiş olur.

Şeytanla başlayan hazımsızlık problemi

Hele bu insan yaptığı hayır ve faaliyetlerle insanlığa faydalı, ciddî, imrendirici, göz alıcı güzellikler sergiliyorsa o, daha bir dikkatli olmalıdır. Bu durum karşısında, onu çekemeyen, istemeyen hatta ona karşı gayz ve nefretle magmalar gibi köpürüp duran hazımsızların her zaman var olabileceğini göz önünde bulundurmalıdır. Hatta aynı yolda beraber koştukları bir şahsın, “Niye o da, ben değilim” diye içten içe söylenip durarak hazımsızlık gösterebileceğini nazardan dûr etmemelidir. Evet, uzun zaman aynı kulvarda koşmuş ve aynı gaye için koşturup durmuş insanlar arasında bile yer yer şeytanın dürtüleriyle başarıları hazmedemeyen, alan paylaşması mülâhazası ve rekabet hissiyle hareket eden, takdir görüp alkışlanan işlere kendinin daha layık olduğunu düşünen fertler çıkabilir.

Esasında iyilik ve güzellik sahiplerine karşı ilk kıskançlık, Hz. Âdem’e karşı, gayz, nefret, haset ve hazımsızlığını ortaya koyan şeytanla başlamıştır. Goethe de, bu Mefisto - Faust oyununun bitmediğini söyler. Yani bir tarafta şeytan diğer tarafta ise insan vardır. Hatta cinnî şeytanlara tamamen teslim olmuş insî şeytanlar vardır. Bu hususa işaret eden Kur’ân-ı Kerim, “İnsî ve cinnî şeytanlar” (En’âm sûresi, 6/112) ifadesini kullanmıştır. Bunun mânâsı, “tamamen cinnî şeytanların dürtüleriyle hareket eden, o dürtülere göre hayatlarını tanzim eden insanlar” demektir.

Şimdi, en şedidinden en hafifine, bu kadar hain göz, hayırda koşturan bir insanın üzerindeyse, o zaman bu konumdaki bir insana düşen vazife, yol güzergâhını tekrar ber tekrar gözden geçirmektir. Başka bir ifadeyle, bu, insanın, yürüdüğü yolda, herhangi bir arızaya sebebiyet vermemek için, önüne çıkması muhtemel bir kısım hâdiseleri doğru görüp doğru okumasıdır. Neyle yürüdüğüne ve nasıl yürüdüğüne dikkat ederek yaptığı/yapacağı güzel işleri teminat altına almasıdır. İşte bu, güzergâh emniyetini sağlama demektir.

Emanetin en büyüğü

Hazreti Sâdık u Masdûk, “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” buyuruyorsa, bu inanan gönüllere önemli bir sorumluluk yüklüyor demektir. Böyle bir hedef ve sorumluluğun yanında, -Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdelediği ve bizim de mazideki bu muhteşem fethin neşvesini yaşatmak ve onu bir kere daha milletimize göstermek için her sene mehterlerle, köslerle kutladığımız- İstanbul’un fethi dahi deryada damla kalır. Hakeza Belgrad’ın fethi de onun yanında deryada damla gibidir. İşte böyle bir emaneti götüren insanlar, güzergâh emniyetini hiç düşünmeden hareket ettiklerinde bu emanete ihanet etmiş olabilecekleri gibi, “bana zarar gelmesin ve ben günümü kurtarayım” mülâhazasıyla meseleyi sadece kendi maslahat ve menfaatlerine bağladıkları durumda da, –güzergâh emin olsa bile– hiç farkına varmaksızın o emaneti zayi etmiş olacaklardır.

Bazen bir haksızlık karşısında imanınızın gereği dolu dolu gürlersiniz. Bu gürlemeniz samimi ve halisane olabilir. Fakat yaptığınız işler gürültü ihtiva ediyor ve çevrede fitne uyarıyorsa siz hiç farkına varmaksızın emanete zarar vermiş olursunuz. Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde:

اَلْفِتْنَةُ نَائِمَةٌ لَعَنَ اللّٰهُ مَنْ أَيْقَظَهَا
“Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lanet etsin.”(Kenzu’l-ummâl, 11/186, hadis no: 30891)

buyuruyor.

Bu sebeple, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’ye bazı yönleri itibarıyla zarar geldiğinde, sadece zarar veren insanların durumuna bakıp “Onlar zulmetti, haksızlık etti, zarar verdiler” deme yerine, bağışlayın, “Acaba biz ne tür bir yanlışlık yaptık? Acaba sesimizle, sözümüzle, tavırlarımızla bu insanları yersiz endişelere mi sevk ettik?” diyerek kendimizi hesaba çekmeli, kendi muhasebemizi yapmalıyız. Bu açıdan günümüzün karasevdalıları, saff-ı evveli teşkil eden sahabe-i kirâm efendilerimiz gibi, İslâm’ı en güzel şekilde temsil ederek, nasıl mükemmel bir hakikatin temsilcileri olduklarını sergilemeli, gönüllerini âleme açmalı ve böylece kalbleri fethedip gönüllere tahtlar kurmalıdırlar. Aksi takdirde, şiddetle, sertlikle hak arama peşine düşülürse iyilik yapıyorum derken insan hiç farkına varmaksızın kötü bir yol içine düşmüş olur. Rica ederim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’de ezim ezim ezildiği hâlde kalkmış bir insana bir fiske vurmuş mudur? Dile kolay, kırk yaşından elli üç yaşına kadar tam on üç sene Mekke’de preslenir gibi bir hayat yaşamasına rağmen, bütün bu eza ve cefalara katlanmıştır. Öyle ki birisinin kalkıp da “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir karıncaya ayağını bastı.” demesi mümkün değildir. Evet, O, en yakınından en uzaktaki insana kadar herkese emniyet ve güven telkin etmiş, asla fitneyi uyarmamıştır.

Farz ölçüsünde bir sorumluluk

İşte bütün bunları hesaba kattığımızda –belki günümüzün fukaha-i kiramı itiraz edebilir ama– güzergâh emniyetini sağlamak bana farz-ı ayn gibi geliyor. Yani o emaneti emniyet ve güven içerisinde varması gerekli olan yere ulaştırma, öyle mühim bir vazifedir ki, şayet her şeyi kılı kırk yararcasına düşünmez, güzergâhın her noktasında karşılaşabileceğiniz muhtemel tehlikeleri hesaba katmaz ve çevreden size bakan nazarların bakışlarındaki mânâyı okuyamazsanız emanetin sorumluluğunu yerine getirmemiş olursunuz. Evet, bu mesele bu seviyede bir hassasiyet ister. Onun, popülizme, kendini ifade etmeye ve dünyalık adına beklenti içinde bulunmaya asla tahammülü yoktur./p>

Hz. Pîr-i Mugân, Şem-i Tâban’ın “Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.” dediği gibi, herkes demeli ki: “Ben yokum, benim şahsiyetim de yok. Eğer benim mevcudiyetim, mülâhazalarım, dünya görüşüm, benlik iddiam bir arpa tanesi kadar bu mefkûreye zarar verecekse, Allah, emanetini alsın. Fakat bir arpa boyu din-i mübin-i İslâm’a hizmet edecek ve o yüce mefkûreyi realize edebileceksem o arpa boyu hizmeti gerçekleştireceğim ana kadar da Rabbim bana yaşama lütfunda bulunsun.” Evet, böyle diyecek kadar bu konuda mert olmak lazım. Adanmış bir gönül tamamen bu mülâhazaya bağlanmalı ve kendini bütün bütün nefyederek fevkalade bir tevazu, fevkalade bir mahviyet ve fevkalade bir hacalet içinde hareket etmelidir.

Şurası bir gerçek ki, sürekli “ben, ben” deyip ramazan davulu gibi öten, hep müşârun bi’l-benân olmayı arzulayan, kendisinden bahsedilmesini isteyen, kendi dünya görüşünü ve hayat felsefesini nazara veren bir insanın yapacağı bir şey yoktur. Böyleleri bugün itibarıyla işe gürül gürül başlasalar bile, yaptıkları bu işin yarın akamete uğraması kaçınılmazdır. Bu açıdan muvakkat bir zaman için değil, mebdeden müntehaya kadar hemen her fasılda meseleyi kendini nefye bağlı götürme esastır.

Eğer bu konuda yanlış bir iş yaparsak, emanete hıyanet etmiş olacağımızdan, hem bu dünyada hem de ahirette pişman ve mahcup oluruz. Hakkım ve haddim olmadığı hâlde çok erken bir dönemde daha askere gitmeden imamlık vazifesi yaptım. Daha sonra ise Cenâb-ı Hak vaizlik mesleğini nasip etti. Şu an geriye dönüp baktığımda, her gün olmasa bile belki haftada bir iki defa geçtiğim güzergâh ve o güzergâhta yaptığım hatalar aklıma geliyor ve kendi kendime, “Yazıklar olsun sana! İnsanlar kürsünün dibine kadar geliyor, orada oturuyor ve seni dinliyorlardı. Niye empati yaparak o insanların hissiyatını hesaba katmadın? Neden Hz. Mevlâna ve Hz. Yunus üslûbuyla o insanların ruhlarına girme yollarını araştırmadın? Niye balyoz ve tokmak gibi milletin kafasına inip kalktın? Sen sözlerinle olmasa bile vurgulamalarınla böyle bir algı oluşturdun.” deyip kendimi kınıyorum. Bu mevzuda kendimi o kadar sorguluyor ve kendime o kadar “yazıklar olsun” çekiyorum ki, bilemezsiniz. Zira bütün bunların hepsini Allah bana sorar. Der ki: “Ben, sana mihrap, kürsü imkânı verdim. Gelip saf saf önünde oturan insanların kalblerini sana yönlendirdim. Neden gönüllerine girmedin? Neden onlara İslâm’ı sevdirmedin? Neden onları Allah delisi, Peygamber delisi hâline getirmedin?”

Evet, ben şahsımdan misal verdim fakat böyle bir emaneti taşıyan her mü’min yarın “keşke” dememek için mesuliyet ve taşıdığı emanet açısından çok hassas hareket etmek zorundadır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “keşke”nin bir felaket olduğunu ifade buyuruyor. “Keşke”, falsolar yaşamış ve yaşatmış insanların teselli adına başvurdukları bir laf-ı güzaftır. Bu yönüyle “keşke”, memnu olan ve mü’mine yakışmayan yakışıksız bir kelimedir.

Bir de alkışlanacak “keşke”ler vardır ki, bunlar birbiriyle karıştırılmamalıdır. Meselâ Hz. Ebû Bekir Efendimiz der ki: “Keşke Halid’i falan yere tevcih ettiğimde, Ömer’i de falan yere tevcih etseydim. Böylece bu iki problemi birden halletseydim.” Bazı sahabelerin de, “Keşke Efendimiz’e şunu sorsaydım!” mealinde ifadeleri vardır. Bunlar, âlâya, aksa’l-gâyâta müteveccih “keşke”lerdir. Bunlar bir niyettir ve Allah onlara sevap yazar. Evet, bu ifadeler, daha mükemmele talip olan bir kişinin, onu yapamadığından dolayı “keşke” demesidir. Ancak falsolarımızın üstünü örtme ve nefis müdafaası adına “keşke” demek mezmumdur. Bunlar bir dönemde şeytanın yanlış yaptırdığı işler karşısında yine şeytanın dürtüleriyle söylenilen sözlerdir.

İşte bu açıdan bugün yaptığımız hataların günahı yanında, yarın da “keşkeler” çekmek suretiyle, günahı katlamamak için temkinli hareket etmeliyiz. Her adımda, “Bismillah, temkin ve teyakkuz” diyerek, Allah adına başlamalı, Allah adına işlemeli ve hep O’nun rızasına doğru yol aldığımız mülâhazasıyla hareket etmeliyiz.

Kırık Testi