Namazın Şartları

Namazın Şartları

a. Hadesten Tahâret (Abdest ve Gusül Alma)

Hadesten tahâret, kısaca gözle görülmeyen (mânevî) kirlerden temizlenme demektir. Abdest almak, gusül abdesti almak, bunların mümkün olmadığı zamanlarda teyemmüm etmek gibi. Hades, genel olarak hükmî kirlilik, hadesten tahâret de bu hükmî kirlilikten temizlenme demektir. Bu tahâret, maddî kirleri giderme, beden sağlığını koruma gibi birçok faydayı temin etse de esas itibarıyla ibadet eksenli bir temizliktir. Hadesten tahâret, namaz abdesti olmayan bir kimsenin abdest alması, gusül etmesi gereken bir kimsenin gusül yani boy abdesti alması anlamına gelir. Cünüp olan kimseler, boy abdesti almadan namaz kılamazlar. Boy abdesti almak için su temin edemeyen veya su bulunduğu hâlde bu suyu kullanma imkânı bulamayan kimseler bu şartı teyemmüm ile yerine getirirler.

b. Necasetten Tahâret (Pis Sayılan Şeylerden Temizlenme)

Namazın şartlarından olan necasetten tahâret kısaca gözle görülen pisliklerden temizlenme demektir. Namaz kılacak kimsenin, vücudunu, elbisesini ve namaz kılacağı yeri, necasetten yani dinimizde pis sayılan şeylerden (insan kanı ve idrarı, at, koyun gibi hayvanların idrar ve dışkıları gibi) temizlemesidir.

c. Setr-i Avret (Örtülmesi Gerekli Olan Yerleri Örtme)

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mükerrem bir kuludur. İnsanı en mükemmel surette yaratan Allah, onun şerefli bir hayat sürmesi için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. O, hayvanlar gibi yaşayamaz. Zira bu şekilde bir hayat sürmek isteyenlerin karşısına Kur’ân’ın أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ  “Onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar.”[1] hükmü çıkar.

İnsanın izzet ve şerefini muhafaza etmesinin yollarından birisi de onun örtünmesidir. Hayvanlar, Cenâb-ı Hakk’ın, onlara bahşetmiş olduğu fıtrî elbiseleriyle örtünürken insan böyle değildir. Hayvanların elbise giymemesini kimse yadırgamaz ancak insanın elbisesiz olması, bozulmamış vicdanlar nazarında son derece kerih görülür.

Cenâb-ı Hak, insana, insanca yaşayabilmesi için örtünmesini emretmiştir. Örtünmek, insanı, Allah katında değerli kıldığı gibi başta diğer insanlar olmak üzere tüm canlılar nazarında da izzetli kılan bir davranıştır. Bu sebeple insanın başkalarının yanında edep yerlerini örtmesi farz olduğu gibi, örtünme, namaz ve tavaf gibi ibadetlerin şartlarından da birisi olmuştur. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bulûğa ermiş kadının başörtüsüz kıldığı namaz kabul edilmez.”[2] gibi beyanlarıyla erkek ve kad‎ını‎n namaz esnasında avret say‎ılan yerlerini örtmelerini emretmiştir.

Avret yerlerini örtmesinin yanında her Müslümanın israf etmemek şartı ile ibadet esnasında en güzel ve temiz elbisesini giymesi sünnettir. يَا بَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ  “Ey Âdem’in evlatları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin.”[3] âyetinin, Kâbe’yi, avret yerleri açı‎k hâlde tavaf eden Araplar hakkı‎nda nazil olduğu ve bu âyetle, tavaf ve namaz gibi ibadetlerin ifas‎ı s‎ırası‎nda öncelikle avret yerlerinin örtülmesinin emredildiği, baş‏ta İbn Abbas olmak üzere birçok müfessir taraf‎ından bildirilmiştir.[4]

d. İstikbal-i Kıble (Kıbleye Yönelme)

Mü’min, namaz için bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra kıbleye yönelir. Zira o, buna mani durumlar müstesna bütün namazlarında Kâbe’ye yönelmekle memurdur. Bu emir,  وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ “Her ne taraftan yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Her nerede olursanız olun ona yönelin.”[5] âyetiyle sabittir. Çünkü Kâbe, sırf Allah rızası için yapılmış bir Beyt-i Atik (eski yapı, mescit); yeryüzündeki diğer mescitler de ona teveccüh ve işaret eden birer yapıdırlar. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in, beşerin kıyamete kadar yeryüzünde kıblegâhı, Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar da meleklerin metâfı (tavaf yeri) olan Beytullah’ı taş taş üstüne koyup bina etmelerine atıfta bulunarak:

 وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

“Biz, Beyt’i (Kâbe’yi), insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e, ‘Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rukû ve secde edenler için evimi temiz tutun.’ diye emretmiştik.” buyurur.[6] Bu yüzden Kâbe’nin Müslümanlar nazarında ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), mescidin kıble duvarında bir balgam parçası görür. Bu şekilde bir davranış ağırına gider, kalkıp balgamı kazır ve sonra da şöyle buyurur: “Sizden biri namaza kalkınca Rabb’ine hususi hitapta bulunur, sanki Rabbi onunla kıblesinin arasındadır. Zinhar kıble cihetine tükürmeyin. (İlla tükürecekseniz bari) sol tarafınıza veya ayağınızın altına tükürün!”[7]

 Mü’min, bu kudsiyetteki Kâbe’ye teveccüh etmekle sanki Allah’ın huzurunda, içindeki bütün kötülükleri dökmüş, kendisini de o günahların başında ağlıyor görür ve düşüncede bir adım daha ileri atarak, kendisini ahirete gidiyor ve orada hayatının hesabını vermek üzere dimdik kıyamda duruyor gibi tasavvur eder. Böyle bir düşünce ve tasavvur içinde eda edilen namaz ise has kulların namazını teşkil eder. Bu hâl, gözlerin ve kulakların kapanıp kalbin duracak hâle gelmesi ve varlığın sâmit infiali (sessiz hareketliliği) içinde Rabb’e teveccüh etmesi hâlidir. Yani kişi kendisi âdeta silinip gider, geride kalan sadece O’dur (celle celâluhu) ve “La ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilâh yoktur) derken bu tevhidi bütün enginliğiyle kalbinde hisseder. Onun içindir ki çoğu büyük zat ellerini kulaklarına götürdükten sonra, bu kalbî bütünlüğü kazanabilmek için kıvrım kıvrım olmuşlardır.

Hâsılı mü’min, namaza durduğu zaman, yerin merkezinden ta Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar meleklerin metafı olan Kâbe’yi, tebeî bir nazarla karşısına alıp hayalen onu gözünün önüne getirir, kendisinin mübarek bir cemaat içinde, Allah’ın huzurunda durduğunu tasavvur eder ve, “Ben öyle bir cemaat içinde duruyorum ki, Kâbe’ye gözümü diktiğim zaman, bu cemaatin içinde yerde sürüm sürüm sürünen mahlûkatla birlikte benim gibi insanlar ve onların peygamberleri var. Yine bu cemaat içinde Rabb’in huzurunda yüzünü yere koyan melekler var. Ben bu muazzam cemaat içinde kıbleye dönüyor, vazifemi eda ediyorum.” der ve bu duygular içerisinde namaza girer.

e. Vakit

Namazın şartlarından birisi de vakit yani her namazın kendi vakti içinde kılınmasıdır. Namaz, günün belli zaman dilimlerinde yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Bu itibarla farz namazlar için vakit şarttır. Bir farz namaz, vakti girmeden önce eda edilemeyeceği gibi vakti çıktıktan sonra da eda edilemez. Bir namazın özürsüz olarak vaktinde eda edilmemesi ve ileriki bir vakitte kaza edilmek üzere ertelenmesi doğru olmadığı gibi, kazaya bırakan kimse için de günahtır.

f. Niyet

Namaz için iç ve dış temizliğini tamamlayan mü’min, kalbi ile huzura gelir ki bu durum kulun hangi makamda olduğunu ve nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilmesi demektir. Bu aynı zamanda bir niyet mânâsı da taşır. Zira niyet, kalbin kastıdır; dilin söylemesi değil. Kalb, Rabb’e teveccüh edecek ve O’nun dışındaki şeyler kalbden silinip atılacaktır. İçte bu kazanıldıktan sonra dil onu ister söylesin ister söylemesin fark etmez. Sadece lisanla, “Niyet ettim öğle namazının ya da ikindi namazının sünnetini kılmaya.” demek, niyet mânâsına gelmez. İdeal niyet, daha namaza dururken mâsivâyı kalbden silme, yapacağınız işi Allah’a karşı yaptığınızı düşünme, bunun farkında olmadır. İnsan, ağzı ile ne kadar niyet ederse etsin kalbi bu teveccühü kazanmadıktan sonra namaza durmuş sayılmaz; onun yaptığı, yatıp-kalkmaktan ibaret olur. Bu yüzden İmam Rabbânî gibi âlimler, ağızla niyet etmeyi mahzurlu sayarlar.[8] Fakat kanaatimce bazı mü’minler niyetlerini dil ile yapıyorlarsa, “Fukahadan bazılarının kavline binaen yapıyorlar.” demeli, ihtilâfa yol açacak şekilde meseleye yaklaşılmamalıdır.

Herkesin niyeti, Cenâb-ı Hak’la münasebeti ölçüsündedir. Bu açıdan insanlar için farklı farklı niyetlerden bahsedilebilir. Niyetin ilk basamağı, taklidî iman ve İslâm telâkkisiyle yaşayan, işin daha başındakiler için, kişinin, namaz kılacağını, zihin ve kalbinden geçirmesidir. Havassa göre niyet ise insanın, yapacağı işe kilitlenmesi, münhasıran o mülâhazaya bağlı kalması ve bütün duygu ve düşünceleriyle ona konsantre olması demektir. Bunun üstünde, hasların hası diyebileceğimiz insanların niyetine gelince; o, namazın içinde de devamını sağlamak üzere kalbi bütün mâsivâdan (Allah’tan gayrı her şeyden) arındırma demektir. Çünkü maksut O ise, bir kasıtta iki maksut olamaz. Yani kişi, O’nu kastetmiş, maksut olarak sadece ve sadece O’nu hedeflemişse O’nun dışındaki izafî ve hakiki ne kadar maksut varsa hepsini kalb ve kafasından söküp atması gerekir. Bu esnada akla başka bir mülâhaza gelirse o seviyenin insanları döner yeniden tekbir alırlar ve kalblerini boşaltacakları âna kadar da kendilerini zorlarlar. Bediüzzaman Hazretleri ve onun ilk saftaki talebelerinde böylesi bir gayret görülür. Fakat unutulmamalıdır ki bu gayret, şekilde kalmamalıdır. Eğer taklitle, şekil ve suret itibarıyla böyle bir tavır içine girilirse bunun o şahsa kazandıracağı hiçbir şey yoktur.

Niyet mertebeleri içinde daha üst bir seviye olan fenâfillâh ve bekâbillâh mertebesinde kendini dahi unutma hâli vardır. Evet, esmâ ve sıfât dairesini aşıp sübühât-ı vech karşısında erimiş insanların niyetleri belki de böyle bir ufukta kendini bile görmeme, duymama, hissetmeme şeklindedir. Bu ufku paylaşanlara göre namazda iken kendini hissediyorsan hâlâ başka şeylerle meşgulsün demektir. Bu kimseler kendi seviyelerine göre bu durumu ‘şirk’ endişesiyle karşılarlar. Hâsılı, niyet enginliği, derece derece, mertebe mertebedir. Kim, Allah’ı ne ölçüde biliyor, ne ölçüde bir mârifetullah ufkuna sahipse namaza başlarken de kalbî alâkasını ona göre temin ve tesis edecek, ona göre namaza duracaktır.

Niyet Amelin Ruhudur

Bediüzzaman Hazretleri, “Yirmi İkinci Mektub”un Hâtimesi’nde أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ  “Hangi biriniz, ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır? İşte bundan hemen tiksindiniz!”[9] âyeti ışığında kelime kelime, gıybetin ne kadar çirkin bir fiil olduğunu izah ederken, âyetin başındaki soru mânâsı veren “hemze”nin âyetin bütün kelimelerine bir su gibi sirayet ettiğinden bahseder. Belki de bir nur ve ruh gibi.[10] İşte niyet de aynen böyledir. Mü’min, niyetiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccühünü, hakiki maksud, hakiki mahbub ve hakiki mâbudun yalnız O olduğunu âdeta namazın her rüknüne yayar/yaymalıdır. O, namazda okuduğu her şeyde bu niyetine sadık kalmalıdır. Bilhassa ferdî olarak eda edilen nafile namazlarda tekellüf denebilecek ölçüde bu hususa dikkat edilse yeridir. Ancak cemaatle kılınan farz namazlarda böyle bir tavır içine girmek doğru değildir. Zira bu, dini zorlaştırma mânâsına gelir. Ama kendi kendimize kıldığımız nafile namazlarda başından sonuna kadar meseleyi elden geldiğince huzur-u ilâhî mülâhazasına bağlı götürmek için böyle bir niyet gayreti ve arayışı içinde bulunmakta mahzur olmasa gerek.

Namaz, mü’minin miracıdır. Cenâb-ı Hak, miracı anlattığı yerde إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ  “Hiç şüphesiz O, hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” buyurur.[11] Âyette geçen zamirle ilgili iki tevcih söz konusudur. Bu tevcihlerden birine göre zamir Cenâb-ı Hakk’a döner; bu tevcihe göre, hakkıyla işitip gördüğünden bahsedilen Allah’tır. Fakat diğer tevcihe göre buradaki semî’ ve basîr sıfatları Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hâlini ifade eder. Şimdi semî’ ve basîr gibi esmâ-i hüsnadan olan iki isimle Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) tavsif buyrulmuşsa burada önemli bir hakikate dikkat çekiliyor demektir. Demek ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Miraç esnasında gözüne, kulağına arz edilen her şeyi âdeta iliklerine kadar duyup hissetmiştir. Başka bir ifadeyle Mirac’ı çok iyi sağıp çok iyi doymuştur. Mirac’ın saniyesini, salisesini, âşiresini bile kaçırmamıştır. Başından sonuna kadar, her şey âdeta O’nun şuur süzgecinden geçmiştir.

Alvar İmamı, “Sefine-i dini namaz yürütür, namaz cümle ibadetin pîridir.” buyurur. Süleyman Çelebi ise, “Ümmetin miracını kıldım namaz.”[12] sözüyle bu mazmunu ifade eder. Namaz, mü’minin miracı olduğuna göre mü’min, orada kulağına ve gözüne hâkim olmak durumundadır. O kulak ve göz sadece duyulması gerekli olanı duymalı, görülmesi gerekli olanı görmelidir. Üstad Hazretleri bunu “On Yedinci Söz”de Mevlâna Câmî’nin şu ifadeleriyle anlatır:[13]

يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گُويْ

“Sadece Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil, Bir’i söyle.”[14] 

Buna göre bir mü’min, sadece Bir’i görmeli, Bir’i bilmeli, Bir’i duymalı, Bir’i aramalı, Bir’i çağırmalı, Bir’i hissetmeli, Bir’in dışında her şeye karşı kapalı kalmalı ve namazın bütün erkânında bunu yakalamaya çalışmalıdır. Yakaladığı zaman da, “Bu böyle yakalanmaz. Asıl kendimi unutacak şekilde yakalamalı ve kendimi duymamalıydım. Ben var mıyım, yok muyum unutmalıydım.” demeli ve bu ölçüde âdeta kendinden geçmelidir.

Ölesiye Bir Gayret

Bir kez daha ifade edelim ki bütün bunlar, birer seviye meselesidir. Alıştırma yapmadan, nefsi zorlamadan bu seviyelerin yakalanması mümkün değildir. Yani başta tekellüf olmazsa daha sonra teklif olmaz. İşin başında zorlama olmazsa daha sonra nefse öyle bir şey teklif edemezsiniz. Bu açıdan gözünü bu seviyelere dikmiş bir insanın kendisini ölesiye bir gayretle zorlaması gerekir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri bir yerde, “Ben altmış sene kendimi zorladım. Altmış sene sonra Allah lütfetti, namaz kılmaya başladım.” mânâsına gelecek bir ifadede bulunuyor. O hâlde bizim gibi hayatında hakiki namazı tatmayanlar, hiç olmazsa beş-on sene kendilerini namaz kılmaya zorlamalıdırlar.

Bu arada, yukarıda ifade edilen hususlara bakıp da bizim, yarım yamalak da olsa kıldığımız namazların Allah (celle celâluhu) tarafından kabul edilmediği/edilmeyeceği zannedilmesin. Öyle ümit ediyoruz ki sonsuz lütuf ve merhamet sahibi Rabbimiz, bu seviyede kılınan namazları da kabul buyurur. Öyle ki bu namazlarımızla dahi bizi Cennet’ine koyar, onları berzahta bizim için bir dost, sıratta bir Burak hâline getirir, belki de bir şimşek yapıp ufkumuzu aydınlatır. Bu açıdan hiçbir zaman namazdan geri durmamalı, namaz asla hafife alınmamalıdır. Fakat diğer taraftan himmetler de her zaman âlî tutulmalıdır. Celâl ve azamet sahibi Rabb-i Kerimimize karşı eda edeceğimiz ibadet O’nun büyüklüğü ile doğru orantılı olmalıdır. Yapacağımız ibadet O’nun bize sayamayacağımız kadar çok olan lütuf ve ihsanlarına karşı bir şükür mânâsı taşımalıdır. Dolayısıyla bir mü’min ömür boyu hep hakikat-i namazı bulmaya çalışmalıdır.

Niyette önemli bir husus da ibadetin bütün rükün ve cüzlerinde onun canlı ve hüşyâr bir hâlde varlığını hissettirmesidir. Mü’min, tam bir konsantrasyonla başta ettiği niyetini, yani o mutlak kast, mutlak teveccüh ve mutlak nazarını namazın her rüknünde vicdanında duymalı ve bunların dışında kalan şeylere karşı da isyan etmelidir. Evet, mü’min namazda iken, O’ndan başka her türlü mülâhaza ve düşünceye karşı rahatsızlık duymalı ve bu rahatsızlığını iç dünyasında bir tepki şeklinde göstermelidir. Mesela bir insan,  اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ“O, Rahman’dır, Rahîm’dir.”[15] derken O’nun sonsuz rahmetinin değişik tecellî dalga boyunun kendisine kadar gelip her şeyi kuşatmasını vicdanında duyamıyorsa içten içe kendi kendini kınayabilmelidir.

Bunların hiçbiri, gerçekleşmesi imkânsız şeyler değildir. Zira bütün bunları, binler ve milyonlar yaşamıştır. Aynı şekilde binler ve milyonlar da yaşamaya namzettir.  مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Bir kimse bir şeyin arkasına düşer ve o mevzuda ciddiyet gösterirse, mutlaka aradığını bulur.” Bu sözün mefhum-u muhalifi ise, şayet bulmamışsa, arkasına düşmemiş, ciddiyet göstermemiş demektir.


[1] A’râf sûresi, 7/179.

[2] Tirmizî, salât 277; Ebû Dâvûd, salât 85; İbn Mâce, teyemmüm 132.

[3] A’râf sûresi, 7/31.

[4] Bkz.: Müslim, tefsir 25; Nesâî, menâsik 161.

[5] Bakara sûresi, 2/150.

[6] Bakara sûresi, 2/125.

[7] Buhârî, salât 34-36, 38-39, mevâkît 8; Müslim, mesâcid 52, 54.

[8] Bkz.: İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/160 (186. Mektup).

[9] Hucurât sûresi, 49/12.

[10] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.312 (Yirmi İkinci Mektup, Hâtime).

[11] İsrâ sûresi, 17/1.

[12] Süleyman Çelebi, Mevlid (vesiletü’n-necat), s.118.

[13] Bediüzzaman, Sözler, s. 231 (On Yedinci Söz, İkinci Makam).

[14] Molla Câmi, “Yusuf ile Züleyha” Heft Evreng, 2/22 (59. Beyit)

[15] Fâtiha sûresi, 1/3.

Namazın Şartları, Hadesten Tahâret, Necasetten Tahâret, Setr-i Avret, İstikbal-i Kıble