Cihad Bereket İklimidir

Hayırlı bir iş yolunda bulunmak da hayırdır. Nitekim şer, kendisi şer olduğu gibi, ona götüren yol da şerdir.

Kendini hayra adamış ve hayırlı bir işe vakfetmiş insan için gün, yirmi dört saat değildir, senelerdir. Her şeyden evvel yirmi dört saatin yirmidördü de onun hasenat defterine hasenat olarak geçer. Yatarken, kalkarken, yerken, içerken, gezerken ve hatta uyurken hep gönül verdiği dâvâ ve hakikatın sevdasıyla yaşayan bir insan sınırlı ömürde sınırsızlığın sırrına erer. Hayatını hizmet düşüncesine göre planladığı ve bu düşünceye göre bölümlere ayırdığı için, Allah (c.c) onun hayatındaki karanlık noktaları dahi, niyet ve düşüncesine mükafat olarak aydınlatır ve onu apaydın bir ufka ulaştırır. Allah yolunda olan insanın hayatında karanlık nokta yoktur. Onun gecesi de gündüzü kadar aydındır. Onun hayatının her saniyesi, ibadetle geçen seneler hükmündedir. Çünkü o, hayırlı bir yoldadır ve Bâki-i Hakiki yolunda sarfedilen zaman parçasının kısalığına, uzunluğuna bakılmaksızın, ona Allah (c.c) tarafından sayısız mükafatlar verilir. Dolayısıyla onun bir ân-ı seyyalesi, binlerce senelik ölü, kısır bir hayata müreccahtır.

Bu sırrı kavradığı içindir ki sahabe, durmadan Allah Rasulü’ne mürâcaat ediyor, kendisi için hayır yollarının çoğaltılması talebinde bulunuyordu. Onlardan niceleri vardır ki gelir ve

دُلَّنِى علَى عَمَلٍ إذا عَمِلْتُهُ دَخَلْتُ الْجَنَّة

"Ya Rasulallah! Bana öyle bir hayır öğret ki, onu yaptığımda cennete girebileyim" derdi.[1] Evet, Allah ma’rifetiyle akılları aydınlanmış olan bu insanlar, durmadan hayır kapısı araştırıyorlardı. Bu, bir bakıma, ebediyet yolunda yolculuklarını kolaylaştırmanın çaresini de aramak demekti.

Müracaatlar, hep hayır yolunu araştırma istikametinde oluyor ve bu uğurda âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu sebepledir ki, o devirde genç, ihtiyar, kadın, erkek herkesi kendini hayırdan uzaklaştıracak şeylere karşı ciddi bir tavır ve kararlılık içinde görürüz. İşte misalleri;

Nesibetü’l-Mâziniye, hayatı mücadeleyle geçmiş bir kadındır. Efendimiz (s.a.v) Medine’yi teşrif edince, çocukları ve kocasıyla hemen O’nun emrine girmiş ve yoluna baş koymuştur. Bedir’e de, Uhud’a da iştirak etmiş bulunan bu kadın, Uhud’da askerlerin yara­larını sarmak üzere bulunuyordu. Ama iş başa düşünce bir muharip gibi savaşmadan da geri kalmamıştı. Hayatı boyunca Efendimiz’le beraber bütün mücahede ve mücadelelere katılmak, onun en büyük arzusu olmuştu. Tesettür ayeti nazil olup da Efendimiz (s.a.v) kendisine artık erkeklerle beraber cihada çıka­ma­ya­cağını duyurunca, ihtimal en ızdıraplı anlarından birini yaşamıştı. Yaşamıştı da ve kendi kendine, gözyaşları içinde, "Ya Rasulallah Sen Allah yolunda cihada çıkarsın da, ben burada nasıl duru­rum?" diye söylenmişti.[2] Evet, hayır yolundan alıkonmak, onu mahzun ve mükedder etmişti.

İbn-i Ömer diyor ki: "Bedir’e çıkıldığı zaman ben 13 yaşındaydım. Efendimiz parmağıyla işaret ederek, "sen geriye git" dedi. O gece geldim ve yatağa girdim. Allah’a yemin ederim ki, ondan daha ızdıraplı bir gece geçirmedim." [3]

Sa’d b. Ebi Vakkas’ın kardeşi Umeyr b. Ebi Vakkas, Bedir’e iştirak ettiğinde 12-13 yaşlarında bir çocuktu. O gün Allah Rasulü, harbe iştirak edecekleri teftiş ederken o ayaklarının ucuna dikilmiş, boyunu uzun göstermeye çalışmıştı. Orduya kabul edildiğini duyun­ca da sevinçten uçacak hale gelmişti. Zira kendisine bir hayır kapısı açılmıştı. O, bu kapıdan içeriye girecek ve şehid olacaktı.[4]

Ebu Süfyan, Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’e Mekke fethine kadar düş­man­lık yapmıştı, ama o da müslüman olduktan sonra kendisi için sürekli bir hayır kapısı aradı durdu. Nihayet aradığını cihadda bul­du ve cephede düşman tarafından atılan bir okla gözünü kay­bedince, "Neye yararsın ki, yetmiş sene sahibini görmedin" duy­­gu ve düşüncesiyle gözünü bir tarafa attı ve düşman saflarına daldı.[5]

Haris İbn-i Hişam da, 10 bin kişilik müslüman orduyla 100 bin kişilik Bizans ordusuna karşı savaşan leventler içindeydi. O gün, İbn-i Hişam’ı şöyle seslenirken görüyoruz: "Ey Bedir’de Rasûl-i Ekrem’in önünde savaşanlar; Uhud’da kıyasıya mücadele edenler; Hudeybiye’de O’nun elini sıkanlar -kendisi bunların arasında yoktu- gelin, bugün el ele tutalım ve söz verip bu yüce bayrağı yere düşürmeyelim!" [6]... Ve o bayrak o gün yere düşmedi. Evet el de­ğiş­tirdi ama kat’iyen düşmedi. Eller kesilince, bacaklarla korun­ma­ya alındı ama düşmedi. Bacaklar da kopunca üzerine abanıldı, yine o bayrak düşürülmedi. Eğer o gün düşman bir adım ileri atabilmişse, bunu, ancak İbn-i Hişam’ın kütükte doğranan et haline gel­miş cesedine basarak atabilmiştir. Cihad, onlar için bir dertti, bu der­din dermanı da, yine bizzat o derdin içindeydi.

Bilal-i Habeşi (r.a), Efendimiz’in vefatından sonra kaç defa Hz. Ebu Bekir (r.a)’e müracaatla, Medine’den ayrılmak için izin istemiş, ama, Hz. Ebu Bekir, her defasında onun bu arzusunu geri çevir­miş­ti. Zira o, Bilal’i Allah Rasulü’nden kendisine kalan bir hatıra olarak görüyordu. Ne var ki, Bilal’in de içi yanıyordu: O Allah Rasulü’nün devrinde cihada çıkmaya ve harp meydanlarında kılıç sallayıp, sancak taşımaya alışmıştı. Şimdi sadece müezzinlik için Me­dine’de beklemek ona ağır geliyordu. Bir cuma günü Hz. Ebu Bekir hutbe verirken Bilal ayağa fırladı: "Ya Eba Bekir! Beni nefsin için mi, yoksa Allah için mi azad ettin?" dedi. Hz. Ebu Bekir, "Allah için" cevabını verince, o sözlerini şöyle bağladı: "Öyleyse Allah için beni bırak, ben cihad etmek istiyorum." [7]

Ve Bilal, Şam önlerine gider orada şehid olur ve meçhul bir mezara gömülür. Onu oralara götüren de yine içinde bir kor gibi yanan cihad aşkıydı.[8]

Ebu Hayseme, Allah Rasulü Tebük’e giderken geri kalmıştı. Bu geri kalış ve bu gecikme, onun vicdanını öyle baskı altına almış, öyle rahatsız etmişti ki, hemen atına binip, yola koyulmuş, at yorulunca da semeri yüklenip yaya olarak yoluna devam etmişti. Tam o esnada Allah Rasulü, bir su başında ashabıyla oturuyorlardı. Medine canibinden bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, "Keşke Ebu Hayseme olsa" dedi. Biraz sonra da Ebu Hayseme göründü ve pürtelaşdı. Allah Rasulü, onun gelişinden çok memnun olmuş ve kendisini candan tebrik etmişti. Ebu Hayseme ise, kendisini Allah Rasulü’nün kucağına atarken, "Ya Rasulallah, nerede ise helâk oluyordum" diyordu.[9] Zira cihaddan geri kalmak, ciddi bir günahtır. Ebu Hayseme, işte böyle bir günahla helâk olmaktan korkuyordu.

Cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehid olup ebedî bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem de ukba nimetlerine ulaşacaktır. İşte cihadda bir de böyle bir bereket var.


[1] Buhârî, Zekât, 1
[2] Bkz. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1/597-598; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-⁄âbe, 8/280, İbn Hacer el-Askalânî, İsâbe, 4/418
[3] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 13/477
[4] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe 4/299
[5] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 6/149
[6] Bkz. İbn Hacer, İsabe, 1/294; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 1/460; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 5/31, Hâkim, el-Müstedrek, 3/242
[7] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 1/244
[8] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 1/245
[9] Müslim, Tevbe, 53; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, 2/278; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-⁄âbe, 6/93