Hizmet Hareketi’nin en büyük ‘günahı’

Hizmet Hareketi’ne atfedilen iki büyük “günah” var.

Bunlardan biri Ergenekon ve Balyoz Operasyonları, öteki ise 17/25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonları.

Hangi günah daha büyük diye sorarsanız, bence Ergenekon ve Balyoz Operasyonları daha büyük.

Cumhuriyet tarihi boyunca asla dokunulamayan bir yapıya dokunulmuştu bu operasyonlarla. Bu yapı, adı Ergenekon olan derin devlet yapılanması ve onun operasyon gücü olan kontrgerilla idi.

Cumhuriyet tarihi, bu karanlık yapının kanlı ve kirli eylemleri ile doludur.

Cumhuriyet tarihi diyorum, çünkü Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren varlığını hep sürdüren bir yapı bu.

Bediüzzaman da, yaşadığı dönemde varlığından haberdar olmuş ve adını “gizli zındıka komitesi” koymuştu.

Siyasetten TSK’ya, medyadan cemaatlere kadar her yere girmiş, her tarlayı sürmüşlerdi.

Sürülen tarlalar içerisinde Hizmet Hareketi’nin de olduğunu son yaşanan olaylardan sonra hepimiz acı bir şekilde gördük. Görmeye de devam ediyoruz.

Ülkenin her tarafına dal budak salmış, kendini devletin esas sahibi gören, o güne kadar asla dokunulamayan bu yapıya Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir operasyon yapılmıştı.

Eksikleriyle, yanlışlarıyla da olsa -keşke yanlışlar olmasaydı- tarihin en büyük operasyonuydu. Bir o kadar da riskli, bir o kadar da tehlikeli bir operasyondu bu.

O güne kadar kimse buna cesaret edememişti.

O kadar riskliydi ki milletin başına bela olmuş bu kirli yapı ya yok edilecek ya da bu operasyonu yapanlar, destekleyenler ile birlikte yok edilecekti.

İkincisi oldu.

Ergenekon operasyonlarının yapılabilmesi için arkada güçlü bir siyasi kararlılık gerekliydi.

Erdoğan, başlangıçta Ergenekon operasyonlarının arkasında durmuştu. Hatta ‘bu davaların savcısıyım’ bile demişti. Erdoğan medyasıyla, partisiyle Ergenekon’un üzerine gitme kararlılığındaydı.

Ucu onlara da dokunuyordu çünkü.

Erdoğan’ın bu kirli yapı ile ittifak etmesi, tarihi bir fırsatı tersine döndürmüş oldu.

Cumhuriyet tarihi boyunca milletin kanını emen bu kanlı yapı bitirilmek arifesindeyken tekrar güçlendi.

O cesur yürek emniyet ve yargı mensupları ve onları destekleyen Hizmet Hareketi gönüllüleri arenada çakalların önüne atılır gibi bu kanlı yapının önüne atıldı.

Öyle bir ceza verilmeliydi ki ibreti alem olsun. Bir daha da kimse bu topraklarda bu yapıya dokunamasın, böyle bir operasyona tevessül edemesin.

Dokunan yanmasın, adeta kavrulsun, külleri de göğe savrulsun.

Aynen öyle oldu.

Önce bu yargı ve emniyet mensupları hapislere tıkıldı. Ardından da Hizmet Hareketi gönüllülerine yönelik ‘soykırım’ uygulanmaya başlandı.

Erdoğan, o operasyonlara emri veren sanki kendi değilmiş gibi, olan biteni arenadaki tiranların makamından seyretti. Bırakın seyretmeyi, Ergenekon yapılanmasının operasyon elemanı oldu.

Erdoğan, “Ergenekon var” dediğinde var diyen, yok dediğinde de yok diyen tabanı bu soykırıma alkış tuttu.

Ergenekon’un uzantısı siyaset ve medya da toplumun geri kalanını etkiledi, onlar da bu soykırıma alkış tuttu.

Ve bugünlere geldik.

Ergenekon yapılanması Erdoğan sayesinde tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor.

Bazen geriye bakıp düşünüyorum ‘değer miydi’ diye.

Yani Ergenekon yapılanması ile birlikte soykırımı alkışlayan bu millet için değer miydi?

Değer miydi bu milletin celladının üzerine gitmeye?

Celladının bıçağını şuursuzca yalayan bu millete değer miydi?

Ergenekon’un üzerine giden emniyet ve yargı mensupları da işkence altında, hücrelerinde bunları düşünüyorlar mıdır acaba?

‘Değer miydi’ diye.

Millete küsülmez derler ya.

Evet küsülmez.

Yine bir şeyler yapılacaksa bu millet ile yapılacak.

Benimki de bu yaşananlar karşısında milletin vefasızlığına, şuursuzluğuna bir sitem işte…

Nazım da benzer duyguları yaşamış olsa gerek ki milletimize dair “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” adlı şiirini yazmıştı 1947’de.

“Dilim varmıyor ama koyun gibisin kardeşim” demişti.

Demek o tarihten bu yana şark cephesinde değişen bir şey yok.

 

Bakın ne demişti Nazım Hikmet şiirinde:

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!