Merhum Zübeyir Gündüzalp

Merhum Zübeyir Gündüzalp

Hayatını hizmete adayan dertli insan Zübeyir Gündüzalp 2 Nisan 1971 tarihinde vefat etti. Gazeteci-yazar Ahmet Özer tarafından Bediüzzaman'ın talebeleriyle ilgili olarak "Kırklar Serisi" adı altında Nisan 2006'da yayınlanan "Bir İman Abidesi Zübeyir Gündüzalp" adlı kitap onun hayatını, Üstad'la olan hatıralarını ve mahkemelerdeki müdafaalarını geniş bir şekilde ele alıyor.

"Azâmi cesaret, âzâmi, sadakat, âzâmi takva, âzâmi idrak, âzâmi tefekkür ender insanlarda bulunur. Merhum Zübeyir Gündüzalp'i yakından tanıyanlar onun bu sıfatlarla muttasıf olduğunda müttefiktirler. Ömrünü hizmete adamış bir vakıf insanıdır. Onun için herşey hizmettir. Maddi ve manevi feragat ve fedakârlıkta güzel bir örnek insandır.

Çok hasta olduğu zaman kapısını günlerce kilitler. Sıkıntısının bilinmesini istemezdi. Kendisine "Neden böyle kendinizi kilitliyorsunuz, kimseye kapınızı açmıyorsunuz?" diye sorulduğunda: "Kardeşim ben hastayım, hastalığın verdiği sıkıntılar yüzüme ve halime aksediyor. Bu vaziyette kardeşlerimin arasına çıkmam hoş olmuyor, hizmete zarar vermemek için kendimi hapsediyorum" derdi."

Ahmet Özer, 1971 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde okumaktadır. Günler yalnızlığın birbirini kovaladığı, ızdırapların içleri kavurduğu günlerdir. Ahmet Özer, Zübeyir Gündüzalp'in vefat haberi geldiğinde Hocaefendi'nin yanındadır. O anı şöyle aktarıyor:

"Zübeyir Ağabey 2 Nisan 1971'de Hakk'a yürüdüğünde, o acı haberi gözyaşları içinde Hocaefendi bana haber vermişti. Onun vefatını söylediği an duyduğu inkisarı bugün aynı acıyla ruhumda duyar ve gözümde canlandırırım. "Göçtü artık, gelmez geriye..." demişti. Baktım, gözleri yaşlarla dolmuş ağlıyordu..."

Zübeyir Gündüzalp Ağabey'in hayatına dair daha geniş malumat yukarıda bahsedilen kitaptan elde edilebilir. Bu konuda ayrıca İhsan Atasoy'un Merhum Zübeyir Gündüzalp'i anlattığı Nesil Yayınları'ndan çıkan "Nur'un Büyük Kumandanı" adlı kitaba da başvurulabilir. Burada kısaca bazı başlıklara göz atalım.

Hayatından Bazı Satır Başları

Zübeyir Gündüzalp, 93 harbinden sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Baba tarafından dedesinin lakabı Zeyvergil, ana taraflarından lakapları Hurşit Çavuşlar. Babasının adı Mehmet, anasının adı Seyyide Hanımdır. Bu ailenin dört evladı vardır. Zeyver (Zübeyir) ve Haydar, diğer ikisi kızdır. Babaları Mehmet Efendi 1968'de anaları Seyyide Hanım 1975'de vefat etmişlerdir.

1933: Zübeyir Gündüzalp, ilkokulu doğduğu Ermenek'te bitirdi. İlkokuldan sonra Ermenek Postanesinde birkaç sene çalıştı.

1936: Bu sırada teftişe gelen bir müfettiş, çok genç olan Zübeyir Gündüzalp'in mors alfabesiyle telgraf alışını çok beğenmiş. Kendisine biraz daha tahsil yapmasını, ileride tahsili olmayanların meslekte yükselemeyeceklerini hatırlatması üzerine Ermenek'te ortaokul bulunmadığı için Silifke'ye gider.

1939: 1939 yılında ortaokulu Silifke'de bitirerek memleketine döner. Ortaokul mezunu olarak imtihana girer ve tekrar Postanede memuriyete başlar. Daha sonra Konya'da postane memurluğunda çalışmaya başlar.

1941-1943: Bir müddet Konya Postanesi'nde çalıştıktan sonra 1941 yılında askere gider. Askerliğini Balıkesir'in Susurluk kazasında tamamlar. Asker dönüşü 1943 yılında tekrar Konya postanesinde telgraf memuru olarak çalışmaya başlar.

1944-1945: Konya postanesinde çalışırken hayatında en önemli bir dönemeç olan olay gerçekleşir. 1944 yılında Konya'nın tanınmış tüccarlarından Halıcı Sabri vasıtasıyla Risale-i Nurları tanır. Kardeşi Haydar Bey 1945 yılında Konya'ya ziyarete gittiği zaman, ağabeyinin Muhsin Alev adında bir arkadaşıyla bir evde kaldıklarını ve Risale-i Nur okuduklarını görür. Zübeyir Gündüzalp kardeşine Nur'lardan bahsederek Üstad'ın büyük bir İslâm âlimi olduğunu anlatır.

Zübeyir Gündüzalp, Risaleleri tanıdıktan sonra Üstad'la görüşmeyi arzu eder ve ilk defa 1946 yılında Emirdağ'ına giderek Üstad'ı ziyaret eder. Bu mutlu başlangıç onun ruhunda derin inkılâplar bırakır. İlk ziyaretinde heyecandan tirtir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp, dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp, yüzünü gözünü yıkayarak tekrar Üstadın yanına girmiş. Ayrılık zamanı gelince Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" demiş. Bediüzzaman, bu fedakârlığından dolayı çok memnun olmuş. Cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, seni ilerde alırım yanıma" demiş.

Üstadı tanıyıncaya kadar adı Zeyver olan Zübeyir Gündüzalp bu ziyaret esnasında Üstad tarafından adı Zübeyir olarak değiştirilir. Artık o günden sonra bu isimle meşhur olur.

Tanışmadan sonra Üstad'ın emriyle tekrar Konya'daki vazifesine döner. 1950 yılına kadar dört sene resmi vazifesiyle beraber Nur hizmetinde bulunur. Etrafına Nurları anlatır. Konya'da çıkan Babalık Gazetesi'nde çocuk terbiyesine dair makaleler yazar.

1948: İlk defa 5 Mart 1948'de tutuklanır. Üstad'la birlikte Afyon'da tevkif edilerek altı ay tutuklu kalkmıştır. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek tekrar cezaevine girer. Bir müddet sonra Üstad'ın tavzifiyle Eskişehir'de yaşamaya başlar.

1949: 20 Eylül 1949 tarihinde Üstad'la beraber Afyon Hapishanesi'nden tahliye edilir.

1950: 23 Temmuz 1950'de çıkan afla eski memuriyetine iade edilerek İslâhiye'ye gönderilir.

1951: 1951 yılında kendi isteğiyle Urfa'ya tayinini yaptırır. Birbuçuk yıl orada kalır.

1953: 1953 tutuklanır. Bu tutuklama neticesinde 40 gün içerde yatar. Kelepçelenerek, Isparta'ya nakledilir. İki ay kadar da orada hapis yatar.

1957: 27 Ekim 1957 tarihinde yapılan seçimlerde Üstad'la beraber oy kullandı. Ermenek, Konya Beyşehir, İslahiye, Urfa derken 1948'den 1960'a kadar Üstadın hizmetinde bulundu. Ardından İstanbul'a gelir. İstanbul onun hizmet açısından en bereketli bir mekân olur. 2 Nisan 1971'de Süleymaniye Kirazlımescit sokağındaki evde ruhunu Rahmana teslim edeceği ana kadar burada kalır.

1960: 23 Mart 1960'da Üstadın vefatından sonra Zübeyir Gündüzalp önemli bir birleştirici rol oynadı. Üstadın tarz-ı meşrebini iyi bilmesi, şahsî dirayet, mertlik, fedakârlık gibi seciyelere sahip bulunması hasebiyle, bütün Nur hizmetiyle alakadar oldu.

1967: Matbaa ve dergi işleriyle yakından meşgul olan Salih Özcan Bey, büyük bir gazete çıkarmanın lüzumu üzerinde durur. İstanbul'daki gazetecilik meyilleri olan bazı zatlar da Salih Özcan'ın bu fikrine iştirak ederek yüksek tirajlı ve kaliteli bir gazetenin çıkarılması lazım derler. Salih Özcan'ın ortaya atmış olduğu gazete fikrini, Salih Özcan'la birlikte Mustafa Polat ve Avukat Bekir Berk'in de içinde bulunduğu bir heyet Zübeyr Ağabeye götürürler. Zübeyir Gündüzalp kendi namlarına müstakim, ağır başlı, Nur davasının özünü savunacak bir mecmua veya gazetenin çıkarılmasına bazı şartlar çerçevesinde "evet" der. Böylece Zübeyir Gündüzalp'in müsaadesiyle Salih Özcan ve Mustafa Polat'ın gayretleri, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin de fikri destekleriyle 24 Ekim 1967'de haftalık olarak İttihad gazetesi çıkarılmaya başlandı. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında sıkıyönetim tarafından 7 Haziran 1971'de kapatıldı.

1971: Vefatından bir müddet önce Van'dan Molla Hamit ziyaretine gelir. Molla Hamit'in Van'a gitmesini istemez, "Kardeşim, burada 40 gün daha kal." der. Molla Hamit, işleri sebebiyle kalamaz, Van'a dönmek zorunda kalır. Fakat Zübeyir Ağabey tam 40 gün sonra vefat eder.

Vefat sırasında başucunda merhum Dr. Sadullah Nutku, Mehmet Fırıncı, Eyüp Ekmekçi ve Mustafa Ekmekçi vardır. Dr. Sadullah Nutku'nun sunduğu zemzem suyunu içer. Gözlerini yumduğu andan itibaren bulunduğu odada tarif edilmez güzel bir koku yayılır. Hatta vefatından sonra da aynı kokunun birkaç ay devam ettiği, orada kalanlar tarafından ifade edilmiştir.

Zübeyir Gündüzalp 2 Nisan 1971 Cuma günü İstanbul'da vefat etti. Nâşını 4 Nisan 1971 Pazar günü Osman Demirci Hocaefendi yıkadı ve Fatih Camii'nde kıldırdığı cenaze namazından sonra Eyüp Sultan kabristanına defnedildi.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Merhum Zübeyir Gündüzalp'i anlatıyor

Merhum Zübeyir Gündüzalp hakkında "Gayret-i diniye sahibiydi; hayatında lâubalîliğe hiç yer vermemişti" diyen ve Ahmet Özer'in hazırladığı "Bir iman abidesi Zübeyir Gündüzalp[1]" adlı kitabın da önsözü olan Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kaleme aldığı yazıyı istifadelerinize arz ederiz.

Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde Asr-ı ‎Saadet'in iz düşümü denebilecek bir hayat tarzı vardır. Her dönemde insanlığa yeni ufuklar gösterenler, doya doya sıcak bir çorba yudumlayamayan, sırtlarına geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm alma peşine kat'iyen takılmayan kimseler olmuşlardır. Fakat, onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkarâne yaşamışlardır ki, maddî fakirliklerine rağmen mana âleminin sultanları hâline gelmiş ve bütün mü'min gönülleri kendilerine taht yapmışlardır. Bediüzzaman hazretlerinin ilk talebeleri de o kıvamda insanlardır.

Onlardan birini ilk dinlediğim anı hiç unutamam: O günlerde Isparta'da ikamet eden Üstad Hazretleri, Doğu'ya bir talebesini göndermişti. O zat, halkın içinde bazı hakikatleri anlatırken, dizlerindeki ‎yamaları göstermemek için, sırtındaki eski pardösünün etekleriyle onları kapamaya çalışıyordu. Anlattığı hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asıl onun kendi hâli, sadeliği, samimiyeti ve bir sahabe hayatı yaşaması bana çok tesir etmişti. Onu görünce, "Aradığım insanları şimdi buldum" demekten kendimi alamamıştım. Zaten, ondan sonra etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ‎ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar hep bu "ilkler"in tesiriyle hasıl olan samimiyet zemininde ve onların izinden giden insanların ‎gayretleriyle günyüzüne çıktı. İşte, sonraki nesiller için birer yâd-ı cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyr Gündüzalp idi.

Bir insanı tanıma vesileleri

Zübeyr Ağabey'i tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim; ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat, onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü, bazen onun çağırması bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zannetmiyorum. Bir insanla aynı evde yatıp kalkmıyorsanız, aynı mutfağı ve banyoyu kullanmıyorsanız ve onun yirmi dört saatine nigehban değilseniz "onu tanıyorum" diyemezsiniz; o iddianız yalan olur. Bir insanı, annesi ve babası biraz tanır. Kendini talebe yetiştirmeye adayan, onları her an kontrol eden, yatıp kalktıkları ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile öğrencilerini takipten geri durmayan, onların arkadaşlarıyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kısmen tanıyabilir. Fakat sıradan arkadaşların birbirlerini gerçekten tanımaları çok zordur.

Bir insanın namaz kılışına ve namazda huşû ifade eden bazı sesler çıkarışına hüküm bina ederek onun hakkında olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer efendimiz "Alış-veriş ve ticaret hayatına da baktınız mı?" diye sormuş ve bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Evet, insanda psikozların kuyruklarını dikip dolaştığı anlar vardır. O anlardaki tavır ve davranışlar bir insanın karakterini açığa vurma bakımından çok önemlidir. Mesela, tanıdığınızı zannettiğiniz insanla, üzerinize cürümler yağdırıldığı, suç üstüne suç isnadında bulunulduğu bir bela ve musibet atmosferini paylaştınız mı? Onunla beraber mahkeme salonlarına ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazı ortaklıklarınız oldu mu? Eğer bu sorulara "evet" cevabı veremiyorsanız, o insanı tanıdığınızı iddia etmeniz doğru olmayabilir. Dolayısıyla, ben de Zübeyr Ağabeyi tam tanıdığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan insanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini düşünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazı hususlara değinmek istiyorum.

Bir dava adamı

Zübeyr Ağabey'de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp-çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma manasına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah'ın sevip hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O'nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir. Zübeyr Ağabey de, evvelen ve bizzat İslam'a ve Kur'an'a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur'a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslam'a, Kur'an'a, Peygamber Efendimiz'e, Bediüzzaman'a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstad'a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, mesela siz, "Üstad hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi." deseydiniz, eğer Zübeyr Ağabey bu ifadenizde "burnu akıyordu" manasına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirmediği kalırdı. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad'a karşı. Nurlara bağlılığından mı Üstad'ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşuyordu, bilemeyeceğim. Fakat, Bekir Berk onun hakkında Üstad'ın "yâver-i azam"ı derdi.

Zübeyr Ağabey'in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Hadd-i zatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihinaltının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur haline rağmen de hep inşirah vericiydi.

Zübeyr Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlıkları vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilaç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa özel odasında bulunan bir çuval ilacını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkanların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah'la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilaçtan başka sermayesi yoktu; yani, para değeri olan bir şey varsa, o da ilaçlarıydı. Bir de, Üstâdımızın üzerinde namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıymetliydi.

Zübeyr Ağabey, kendisini görenlerde hemen inanmış bir insanı görmüş olma hissi uyarırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, latifesi yoktu ama muhataplarını mutlaka inandırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddi bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet değildi; onun üslup bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hazreti Üstad'a ve Nurlara çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.

İdam sehpası da olsa!...

Onun Afyon müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda, samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyr Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu, "Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz." Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.

Öyle bir dava adamıydı ki, "Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, 'Bir genç dinsiz olmuş' haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir" diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri durmuyordu. "Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Rasulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim." demek ancak Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.

Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabey'in vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyr Ağabey'in, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.

Zübeyr Ağabey, dualarında ısrarlı davranır; Üstad'ından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i acizanemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, Cenab-ı Hak'tan bazı ekstra şeyler istemek manasına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet "ilhah"tır; yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir. Deprem sonrasında ya da Tsunami akabinde yapılan yardımların muhtaçlara dağıtılması sahnelerini izlemişsinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarını olabildiğince açan, dağıtım yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istediğini alan insanlara şahit olmuşsunuzdur. Tabii bir köşeye oturan ve elini kucağına düşürüp bekleyen kimselerin hiçbir şey elde edemediklerini de görmüşsünüzdür. Bizim Cenab-ı Allah'tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya, süm'a ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Peygamber Efendimiz'in yaptığı ve seleflerimizin de tatbik ettiği gibi ciddiyet içerisinde yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.

Sema ağlıyordu...

Zübeyr Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah'a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyîine katılma imkanını lutfeyledi. Fatih Camii'nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birden bire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra "pırr" edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına "Siz de gördünüz mü?" diye sormadım; çünkü, ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanilerin adeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyr Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, "secde izi"yle nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. "Sîmâhum fî vucûhihim min eseri's-sucûd" hakikatının canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.

Zübeyr Ağabey'i yâd ederken Abdurrahman b. Avf'ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabi, vefatından az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uzanırken ağlar ve şöyle der: "Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şehadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus'ab b. Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlık ve mal-mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim!.."

Onları anlamadılar

Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına; kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi'yi, ne Tahirî Mutlu'yu, ne Sadullah Nutku'yu ne de Mehmet Feyzi'yi tanıyabildiler. Oysa, onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazreti Mîmâr-ı Azam'ın vefalı temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi'ye, Hafız Ali'ye, Hoca Sabri'ye ve Hüsrev Efendi'ye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Fevzi'yi, Atıf Efendi'yi ve Asım Bey'i mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, herbiri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hala dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risaleleri'ni dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı..

Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el-âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların herbirisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı ama nâdanlar bunu anlayamadılar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?..

[1] Bu yazı 9 Mayıs 2005 tarihinde herkul.org sitesinde yayınlandı.