Zaferler ve Türk Milleti

30 Ağustos Zafer Bayramı münasebetiyle Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yazılarında dile getirdiği Türk Milleti'nin ve Türkiye'nin nasıl bir yapıya sahip olduğunu, bu milletin kazandığı zafer ve başarıların altındaki gücü değişik pasajlar halinde okuyacaksınız.

Tarihi ve Milli Özelliklerimiz[1]

Bir zamanlar bizim dünyamız, kendine has renk ve ışıkları, güzellik ve derinlikleriyle müşahedesine doyum olmayan bir meşher ve başlı başına bir kültür; bir medeniyet ülkesiydi. Bu ülkede hayat o kadar sıcak ve yumuşak, o kadar cazip ve imrendirici idi ki, buraya, cihânın dört bir yanından hac kafileleri gibi kervanlar teşkil edilir ve onun yamaçlarında tenezzühe koşulurdu. Onu tanıyamamış olanlar, her bucakta ve her köşe başında ayrı bir sürprizle büyülenir gider; ona ait ihtişam ve güzellikleri tanıma fırsatını bulanlar da bir daha bu cazibe ikliminden ayrılmak istemezlerdi.

Bu dünyada şehirler, köyler maddî ve manevî bağlarla sımsıkı birbirine bağlı ve bütün ülke köyü, kasabası ve şehirleriyle büyük bir kent gibiydi. Bu ideal sitedeki bütün insanlar, derin bir ahlâk safveti, sağlam bir din şuuru ve sarsılmaz bir millî vahdete (birlik) sahiptiler... Ve bu sayede de erişilmez bir huzur ve saadet içinde yüzüyorlardı. Hemen her yerde hayat, o kadar hâdisesiz, o kadar nizâsız ve o kadar tecavüzlere, cinayetlere kapalı sürer giderdi ki, insaflı seyyahlar burada her şeyin mucizevî cereyan ettiği zehâbına kapılır.

Burada herkes, iyilik ve güzelliklerle dolar boşalır; herkes birbirinin hayırhahı olduğu şuuruyla hareket eder, herkes, umumun şeref, haysiyet ve namusunun muhafızı gibi davranır ve herkes toplumun mesut olması yolunda; içten gelen bir samimiyet, fevkalâde mürüvvetli ve fevkalâde duyarlı olmaya gayret gösterirdi... İmkânı olanlar imkânlarıyla devletin ve milletin emrine amâde yaşar; imkânsızlar da sağa sola yüzsuyu dökmeye mecbur edilmezlerdi. Evet, ikinciler bir şey isteme âdiliğine itilmez, birinciler de verdiklerini duyurma bayağılığına düşmezlerdi.

Milletimizin Yakın Tarihi[2]

Yakın geçmişimiz itibariyle bizim tarihimiz, bir katliamlar, tagallüpler, esaretler, tahakkümler ve zilletler tarihi olmuştur. Evet, bir-iki asır süren bu karanlık dönemde gözümüzün yaşına bakılmadan milletçe katliamların en ürperticisine, tagallüplerin en ızdıraplısına, esaretlerin en acısına, tahakküm ve zilletlerin de en utandırıcısına maruz bırakılmışızdır.

Son bir iki asırdan beri devam edegelen terslikler yüzünden[3], milletin mecâlsiz bakışlarında hayret dolu bir sabır, dehşetle tüllenen bir şefkat, endişe tüten bir temkin, dudaklarında duâ ve yüreğinde heyecan eksik olmadı.. ve mevcut şartlar itibâriyle de eksik olacağa benzemiyor. O, şu anda da en amansız hafakanların pençesinde köpürüp dururken, kendi kendine: "Oturup ölümümü mü beklesem, kalkıp bir çare mi arasam, Hakk'a yönelip yakarışa mı geçsem, yoksa teselli boyutlu şu mevcut çarelerle yoluma devam mı etsem?" diye mırıldanıyor.. ve mânâlı-mânâsız insiyakların gel-gitleri arasında çalkalanıp duruyor. Onun bu çaresizlik ve inkisârına karşılık, günübirlikçiler, gününü gün etme sevdâsında; yığınlar, olabildiğince sorumsuz, sorumsuz oldukları kadar da insan ve imkân israfı içinde; din ve millet düşmanlarında her müspet hamleyi baltalama gayreti; her zaman aldanabilen kitlelerde ise, bir orada, bir burada yüzüp-gezmeler.. işte insanımızın yakın geçmişi itibâriyle makus kaderi!

Bir-iki asırdan beri, topyekün millet olarak çözülmelerin, dağılmaların ağında ve sürekli gel-gitler yaşadığımız bir gerçek[4]. Ne var ki, aynı durumun, bundan önce de, defaatle yaşandığını tarih söylüyor. Evet eğer, bugün düşmüş veya komaya girmişsek, daha önceleri de kim bilir kaç defa oksijen çadırlarında misafir olmuş, beyin kanamasından geriye dönmüş, ölümle yüz yüze gelip selâmlaşmışızdır.! Kaldı ki bizimle beraber başka toplum ve başka milletler de aynı bâdireleri atlattı.. aynı ölüm ağlarına girdi-çıktı ve aynı gâileleri hem de yutkuna yutkuna yaşadı. Mazi bir bakıma bu târihî tekerrürler devr-i dâiminin arenası gibidir.

Evet, milletimizin kökü, gövdesi ve dalları, fırtına ile sarsılan bir ağaç gibi, bugüne kadar kim bilir kaç defa sarsıldı[5]? kim bilir kaç defa karın-buzun kahrına uğrayıp bet-beniz beyazlığına uğradı.! Kaç defa güneşlerin kavurucu sıcakları altında kül rengine büründü? Ve kaç defa değişik buutlarda, yeni yeni haşr u neşirlerle dirilişler yaşadı? Şâyet hazanlar onun hayat ve canlılığının bir yanını alıp götürdü ise, baharlar da öylesine köpüren renklerle onu kucakladı ki, o tekevvün karşısında her şey sararıp soldu ve bütün aldatan renkler bir bir sustu.

Türk Milletinin Ateşle İmtihanı[6]

Dünden bugüne yer yer düşmanlarından ve zaman zaman da dost kılığına bürünmüş hasımlarından, devamlı ihânet darbeleri yiyen ve sürekli olarak hırpalanan bu millet, bütün tarih boyunca imtihanların en acı ve en ağırlarını gördü. En korkunç hıyanetlere maruz kaldı. Gün geldi ki dört bir yandan bütün dünya onun üzerine at sürdü ve onu ablukaya[7] aldı. Hatta bu dönemde, onun bütün bütün tarihten silineceği zehâbına kapılanlar da oldu. Ama o, bu ölüm kalım imtihanlarını da atlatarak bir kere daha bütün bir hasım dünyanın plânlarını altüst etti. Belki o, bundan sonra da bir kısım imtihanlar görecek, tekrar tekrar ırgalanacak, karşısına ateşten tepeler, kandan irinden deryalar çıkacak; ancak, bütün bunlar onun, kendini yenilemesine ve metafizik gerilimine yardımcı olacaktır. Zira o bunlarla dost ve düşmanını tanıyacak, bunlarla bilenecek ve bunlarla düştükten sonra doğrulup kalkmanın ve kendine gelmenin yollarını öğrenecektir...

Zafer ve Anadolu İnsanı[8]

Anadolu insanı kendi yurdunu zafer tâkları üzerine kurdu. Öyle ki, bu vatanın her parçası ve bu ülkede geçen zamanın her bölümü, onun zafer türkülerinden biriyle tanınır ve biriyle yâd edilir. Yılın hiçbir günü yoktur ki, takvim ibresi, o gün içinde Anadolu insanına ait birkaç zaferi göstermesin.

Yerinde yüce duygu ve düşüncelerin havârisi olarak, elindeki hakikat mesajlarını dünyanın en ücrâ köşelerine kadar taşıması; yerinde şimşekler çakan kılıcıyla zulüm ve zulümâtı dağıtarak "başlarda gezen" zalim ayakları "yere indirmesi" ve yerinde ümitsiz ve karamsar ruhlara iman ve heyecan kazandırarak, tıkanan fazilet yollarını açması, Anadolu insanının mühim zafer sâiklerinden olmuştur. O, bu sâiklere saygılı kaldığı sürece de, canlılığını devam ettirmiş ve onurunu korumuştur. Aksine "tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler..."

Bir de Anadolu insanının her türlü imkândan mahrum bırakılarak, boğulmak istendiği dönemde, elde ettiği zaferler vardır ki, asıl onu efsaneleştiren de onun bu zaferleridir. Evet, başka milletler için, müdafaa ümidi dahi kalmadığı en kritik dönemlerde, onu bütün dinamizmiyle taarruzda görürüz.

Fıtratı müteheyyiç (heyecanlı) bu milletin müdafaası, taarruzundan, taarruzu da müdafaasından geri değildir. Duyup doyduğu yüce hakikatleri, başkalarına duyurmanın delisi olarak, Himalayalar'ı aştığı gibi, Alpler'e ve Preneler'e de uzanarak, ayların güneşlerin bir başka doğup battığı bu ülkelere de, ışık ve ümit götürmüştür. O, bu yüce vazifeyi yaparken ne kadar coşkun, ne kadar atılgansa, kolunu, kanadını kırıp üzerine çullandıkları zaman da, o kadar yavuz ve o kadar yamandır.

Anadolu İnsanı Cephede Kazandı Ama Ya İçeride?[9]

Nihayet Cihan Harbi'yle, asırlardan beri devam edegelen, kin ve nefretler kısmen dahi olsa açığa çıkınca, Anadolu İnsanı kendini toparladı ve bütün heyecanıyla yurdun dört bir bucağında cepheye koştu. Bu kavgada zahiren silah, hakikatte ise millî ruh muzaffer olmuştu ve artık geriye, hâkimiyet davasını bayrak yaparak, onu yükseltme, ona sahip çıkma kalıyordu ki; bu da her yörede cepheye koşan ve orada asırlık hasımlarıyla hesaplaşan millet ruhunun alkışlanması ve cephe gerisinde ortalığı velveleye veren kara kuraların saf dışı edilmesiyle kabildi. Bu yapılabilseydi, dünyamız, insan ve hürriyet sevgisiyle yoğrulmuş ve yepyeni bir ruha kavuşmuş olacaktı. Bu yapılmadığı taktirde ise; cepheden dönenler, zafer sarhoşluğuyla kendinden geçenler, kelepire koşanlar; yağmada büyük hisselere konmak için tuhaf tuhaf hizipler teşkil edenler; hatta halkın, serhatlardaki cansiperâne keyfiyetlere bakışını istismar ederek, sıçrayıp milletin omuzlarına binenler ve bir bakıma insanımızı bağrından vuran haçlı düşüncesinin vârisleri, rahat ve rehâvete erecek; buna mukabil, "vurulup tertemiz alnından yatanlar", göğsünü siper edip düşmana geçit vermeyenler, millete hizmet yolunda, candan, cânândan geçenler, unutulup gidecek ve arkadan gelen nesiller hiçbir zaman yüksek ideâlleri ve ideâl insanı tanıma fırsatını bulamayacaktı ki işte bu oldu...

Zannediyorum millet olarak bizim başka şeye değil, bizi böyle bir fakirlik ve uyuşukluktan kurtaracak ve bize kendi ruhumuzun[10] sesini duyuracak "ateşten sîne"lere ihtiyacımız var.

Toplum Yapımız[11]

Bizim toplum yapımız, "işte tâlih" deyip öğüneceğimiz, başkalarının da imreneceği seviyeler üstü ve hiçbir içtimâî sistemin bugüne kadar arayıp da bulamadığı, bulsa da ulaşamadığı bir güzellikler meşheriydi. Kendi ruhundaki dinamiklerden güç alan, kendi öz kaynaklarından beslenen.. vesâyâ bilmeyen, kimseye ve hiçbir şeye tâbi olmayan; kendi olarak asırlar ve asırlar ayakta durmasını başaran bu muhteşem içtimâî meşher, bu göz kamaştıran sistem, bütün bir hasım dünyâ ile hesaplaşa hesaplaşa, çağlar boyu mevcudiyetini devam ettirmesi âdeta bir hârikadır. Kim bilir liyâkatli temsilcilerini bulsaydı, belki daha asırlarca yaşayabilirdi...

Evet, dünden bugüne bu içtimâî bünye en ideal bir âhengin ifâdesi olarak, mevcut sistemlerden hiçbirinin ulaşamayacağı en göz kamaştırıcı neticeleri hâsıl edip ortaya koyması fevkâlade bir hâdisedir. Hele yeryüzündeki mevcut sistemlerden hiçbirine dayanmadan; Türk sosyalizmi, Türk komünizmi, Türk masonizmi gibi utandırıcı izâfetlere girmeden, aldatan nispetlere sığınmadan...

Çağı Yakalama Azmi[12]

Bugün bizim dünyâmız, arzu edildiği seviyede ileri ve müterakki (ilerlemiş) olmasa bile geri de değildir. Hele, hasımlarımızın su yüzüne çıkan düşmanlıkları, dolayısıyla da baskı ve zulümleri, bizleri daha da uyaracak ve toparlanıp her hususta çağı yakalamamızı hızlandıracaktır.

Bundan dolayıdır ki, bilhassa bizim insanımız[13], tarihin bize tahmîl (yüklediği) ettiği en şanlı vazifeleri, en şerefli bir surette ifâ edebilmek için dâimâ zirveleri kollama, kendi dünyasında bayraktarlığı kimseye bırakmama, devletler arası muvâzene ve dünya dengesinde, tarihî yerimizi istirdât edecek seviyede ve sorumluluk şuuruyla hareket etme mecburiyetindedir. Bu çok önemli ve alemşümûl hedefi yakalamak için de, milletçe; ilmî, içtimâî, iktisâdî ve sınâî bir güzergâhın takip edilmesi, millî yapının kendi hususiyetleriyle bir kere daha gözden geçirilerek sağlamlaştırılması, sağlam esaslara bağlanması; millet ve idareci münâsebetlerinin şanlı geçmişimiz çizgisinde yeniden ele alınması, halkın rehberlerini saygıyla selâmlayıp onlara temennâ durması, rehberlerin de arkalarındaki kitleleri samîmiyetle kucaklaması; güç ve kuvveti temsil edenlerin, millete, milletin de onlara güvenip itimat etmesi şarttır.

Sadece Kahramanlıkları Anlatmak Yetmez[14]

Bir ülkenin büyüklüğü, topyekün o ülkede yaşayanlarla temsil edilir. Hayatın bazı sahalarındaki kahramanları ve kahramanlıkları anlatıp destanlaştırmakla bir millet anlatılmış olmaz. Bir milleti anlamak ancak, onun bütün zamanlara ait hususiyetlerinin ve bütün fertlere şamil millî meziyetlerinin ortaya çıkarılmasıyla mümkündür.

Kader Adalet Eder[15]

Aslında, her kaba şeyi, her kirli nesneyi ateşin yumuşatıp temizlemesi gibi, şu birkaç asırlık musibetler, belâlar, sıkıntılar da bu millette bir temizlenme duygusu uyarmış ve ona kendi saffetiyle ayakta durabilme düşüncesini ilham etmiştir. Dün, içinin kirliliğinden ötürü, ayağına bir pranga, boynuna da bir tasma takıp onu levsiyatın esaretine salan kader -o kader hep adildir- bugün de gönlündeki ümit emareleri, irade ve azminin çelikleşmesi sayesinde ona, yeniden milletler muvazenesindeki yerine ulaşmada mutlaka rehberlik yapacaktır.

Öyleyse şimdilerdeki saffetimizi bozmadan, milletçe kendi aşk u heyecanımızı, yine kendi sesimizle seslendirir ve ruhumuzdaki cibillî cesaretle ayağa kalkabilirsek, sûrunun sesi ta eski yıllara dayanan yeni bir "ba'sü ba'del mevt" yaşamamız mukadder demektir. Hiç şüphesiz böyle bir diriliş yolu da, imanın, aşkın, ihlâsın, hamiyetin bütün duygu, düşünce, tavır ve davranışlarımıza aksetmesinden geçer...

Milletimizin Farklılığı ve Karakteri[16]

Bu coğrafyanın talihli fakat biraz mağdur; bahtiyar ama zulme uğramış büyük milleti olan bizler, inancımız, düşünce ufkumuz ve millî üslûbumuz, başka milletlerde olmayacak ölçüde, millî ruh potasında şekillene şekillene, işlene işlene öyle incelmiş, öyle zarifleşmiş ve öyle evrensel değerlerle bezenmiştir ki, fazla değil, birkaç celse bile bizimle oturup kalkanlar bu farklılığı hemen anlayabilirler. Zira bu farklılıkta her zaman bizim gönüllerimizin mukaddes hüznüyle, ruhlarımızın şevk çağıltıları duyulur.

Evet, bize kulak verenler, hemen her zaman, bizim beyan ve üslûbumuzda tatlı ve romantik bir hicranın ümitle seslendirilen bestelerini, zevkli ve ebedî bir dâüssılanın da vuslat nağmelerini dinlerler. Evet biz, bir yandan "Ey sâki aşkın narına yandıkça yandım bir su ver" diye mırıldanırken, bir yandan da "Parmağım aşkın balına bandıkça bandım bir su ver" der, hüznümüzü, tasamızı gülücüklere çeviririz. Dillerimiz bazen aşk bazen de melâl söyler; aşk u melâl başkaları için birer ızdırap sayılsa da, biz onlarda Mevlânâlar gibi hep kopup geldiğimiz âleme iştiyakın şiirini dinleriz. Aşk ve melâl bizde, içli, gamlı bir sonsuzluk arzusundan kaynaklanan ruhun lisanıyla bir yakarıştır. İnançlarımız, duygularımız bizi hep ötelerin sihirli âlemlerinde dolaştırdığı için hemen her zaman hüzün ve neş'eyi iç içe duyar; ağlamaları, gülmeleri, aynı sesin farklı perdeleri gibi dinler; sînelerimizin tasayla inip kalkmasına yüzlerimiz gülücüklerle cevap verir, gözlerimiz yaşlarla dolup taşarken vicdanlarımız İrem Bağları gibi güllerle kızarır.

Türkiye'nin Bulunduğu Konum[17]

Çok kritik bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde, milletimizi "şu", "bu" gibi kamplara ayırmak vatana, millete ihanet olur. Hayır, bu ülkede "şu", "bu" yoktur; bu vatanın insanları vardır. Türkiye, kıtaların kesiştiği bir noktadadır; değişik kavimlerin uğrayıp geçtiği ve birbiriyle karışıp kaynaştığı bir mevkidedir. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak, Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda Atatürk, "Kim kendini Türk hissediyorsa o Türk'tür; o bu ülkenin vatandaşıdır." demiş ve bir beraberlik mülahazası ortaya koymuştur. Kendi şahsî görüşleriyle o mülahazayı delmeye kalkanlar, saygı duyduklarını söyledikleri bir insanın sözünü delmiş sayılırlar ki, bu başta -bağışlayın- ona karşı küstahlık ve terbiyesizlik olur.

Milletimizin Beklentileri[18]

İnsanımız, ümit ve inkisar içinde, gözleri dolu dolu kendini düzlüğe çıkaracak Heraklit'ler bekliyor. Seneler var ki, bu milletin öz evlatları olan bizler, onun aşk u nefretiyle dopdolu gönüllerimizde, birer çığlığa dönüşen heyecanlarımızı hep haykırmak istiyor; ama bir türlü haykıramıyor ve yutkunuyoruz. Her gün birkaç defa kendimizi var olma hülyâlarına salıyor, sürekli yokluğa çarpıyor ve her çarpışta da iki büklüm oluyor ve inliyoruz. Biz hepimiz, genç-ihtiyar, tahsilli-tahsilsiz, talebe-hoca, esnaf-memur dünya kadar beklentileri olan aynı kitlenin sağa-sola saçılmış parçaları, yıllardan beri fırtınalar içinde yalpa yapıp duran aynı geminin ızdıraplı yolcuları ve bir türlü ardı-arkası kesilmeyen hâricî-dâhilî baskıların ve amansız, imansız saldırıların ezip ezip geçtiği zamanzedeleriz. Kendimi bildim bileli ömrümüz hep çekiç-örs arasında, duygu ve düşünce hayatımız da balyozlar altında geçti.. yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt"le doğrulup kendimize geleceğimiz ve kendimizi yenileyeceğimiz âna kadar da, milletçe bu cendere içinde kıvranıp duracağa benzeriz.

Ülkemiz Yeniden İmar Edilmeli[19]

Yıllar yılı ihmale uğramış bu ülke, en büyük şehirlerden en küçük kasabalara, en küçük kasabalardan da en ücra köylere kadar mutlaka imar edilmeli; asırların birikimi ictimâî dertlerimiz, bir daha, bugüne kadar bir türlü kurtulmayı başaramadığımız aynı fasid daireler içine girilmeyecek şekilde, günümüzün inanmış, tecrübeli, mahir dimağlarınca dikkatle gözden geçirilmeli; gelişen dünya şartları da nazar-ı itibara alınarak, şimdilerde küçük olsa bile, büyümeğe namzet, zayıf olsa bile güçlenme yolunda ve çağıyla hesaplaşmaya hazır; soylu, istikrarlı bir dünya kurma yolları behemehal araştırılmalıdır.

Evet, bütün rûh u canımızla, ülkenin, en münbit ovaları, en bereketli yaylaları ve en feyizli ırmaklarıyla cennetlere çevrilmesini istiyor ve diliyoruz. Modern teknikle ziraata, yeni buutlar kazandırılmalı; yıllardan beri emekleyip duran sanayi inkişaf ettirilip, gelişmiş ülkelerle rekabet edecek seviyeye ulaştırılmalı; el değmemiş yeraltı, yerüstü zenginliklerimiz değerlendirilerek, insanımızın istifadesine sunulmalı; hudut kapılarından dünyanın dört bir yanına ihracat konvoyları akıp gitmeli; ne pahasına olursa olsun, Türk parası dünya borsalarında, bu şanlı milletin şerefine uygun, o mûtena yerini almalı ve yıllardan beri sözü edilegelen "milletin güçlendirilmesi" ve "halkın refah seviyesinin yükseltilmesi" gibi vaatler bir an evvel mutlaka gerçekleştirilmelidir. Ancak, bütün bunlar yapılırken de, millet ruhu kulak ardı edilmemeli; nesillerin kalb ve kafalarını hedef alan bilumum talim ve terbiye müesseselerinin yabancılık hırıldamalarına meydan verilmemelidir. Batının ilim ve irfanı, sanat ve tekniği alınıp değerlendirilmeli; ama, millî ruh ve millî düşünce çiğnenmemeli, târihî seciyemiz yıpratılmamalı ve bunca yıllık ahlâk ve fazilet anlayışımız bin yıllık düşmanlarımızın levsiyatıyla becayiş edilmemelidir.

Milletin Önünde Olanlara Düşen Sorumluluk[20]

Bu milletin kurtarılmasını ve yepyeni bir dünyada hazırlanmasını üzerine alan zimamdarlar, (önderler, liderler) şuursuzca ibdâ ve inşâlara kalkışmadan, onun kendi tarihi ve ruh köküyle temasa geçmesini temin etmelidirler. Onda, yeniden bir tarih şuurunun uyandırılması çok mühimdir. Ve son senelerin ibret ve felâketlerle dolu hâdiselerinin arkasında da, hep bu idrak edememe ve şuurdan mahrumiyet vardır.

Evet, bu mefkûre bütün ruh ve hayatımıza hâkim kılınmalıdır. Hem o kadar hâkim kılınmalıdır ki, mektepte, kışlada, saban başında, sürü arkasında ve memuriyet masasında; hatta beşikleri sallayan anaların ve ninelerin dudağında daimi türkümüz ve hareketlerimizin nâzımı bulunmalıdır.

Bu anlayışla insanımıza, en seri şekilde kendi ruhu gösterilmeli ve kendi dünyasına menfezler açılmalıdır. Onda kendi mukaddeslerine hürmet hissi uyandırılarak, yabancı ve tahripkar düşüncelere reaksiyonu temin edilmelidir. Maşerî irâde kuvvetlendirilerek vukuu muhtemel kan, irin seylapının önüne geçilmelidir. Yoksa, ileride zuhûr edebilecek, bir kısım hâdiseler karşısında, kendine zarar geleceği mülâhazasıyla, yılanlara şirin görünmeye çalışan bir kısım sefil ruhlar, önlenmesine gayret göstermedikleri bu büyük yangın içinde, milletle beraber mahvolup gideceklerdir.

Düne kadar, onu idare eden ve dinamizmini koruyan manâ, onun düşünce dünyasından ve iç yapısından geliyordu. Hatta onun, değer hükmü atfedilecek biricik yönü sayılan, aksiyoncu olması dahi, zamanın itibariliği gibi, ona has bu iç buutlaşmadan kaynaklanıyordu. Her sahada en mükemmel ve en olgun insanların yetiştirilmesini tekeffül eden bu manâ, yüzlerce misâliyle, âdeta bir gergef gibi tarihimizin ruhuna nakşedilmiştir.

Milletin Geleceği ve Türkiye'nin Birliği[21]

Geleceğin Büyük Türkiye'sini kurmak isteyenler, her şeyden evvel, millet fertleri arasındaki güven ve itimadın tesisine çalışmalılar ve mevcut olan durumun korunmasına da fevkalâde itinâ göstermelidirler ki, millet fertleri birbirinin hafiyesi (gizli istihbaratçısı) olmasın ve vahdet-i rûhiye sarsılmasın...

Millet ruhunun sarsılmaması kadar, geleceğin dünyası adına, nelerin atılıp nelerin muhâfaza edilmesi lâzım geldiğini tayin de çok önemlidir. Evet, bu yeni dünya hangi esaslar üzerine kurulmalıdır? Dünden bugüne milletçe yaşadığımız şeylerin hangileri atılmalı ve hangileri korunmalıdır? Bütün bunlar çok iyi araştırılmadan, aceleden karar verildiği takdirde millî ruh, millî seciye, tarihî değerler, ahlâk ve fazilet adına çok şey kaybedeceğimiz kaviyyen muhtemeldir.

Bir millet için istiklâl ve hürriyet mücâdelesi ne denli önemli ise, istiklâl ve hürriyetini elde ettikten sonra, özünü koruması, millî benliğini muhâfaza etmesi, kendi olarak kalması da o ölçüde önemli ve hayâtîdir. Bizim istiklâl ve hürriyet mücâdelemiz, milletin ruhuna, onun manâ köklerine, hissiyatına ve canına can katan tarihî değerlerine sığınılarak gerçekleştirilmişti.. Ne acıdır ki, milletçe varlık ve bekâmızın esasları olan bu hayatî dinamiklere, daha sonra aynı ölçüde saygılı kalamadık. Saygılı kalmak bir yana, onları öldürdük, tahrip ettik ve gelecek nesilleri köksüz, mesnetsiz hattâ bütün bütün tarihsiz bıraktık.

Keşke batı değerlerine saygılı olduğumuz kadar, kendi rûhumuza, tarihimize, gelecek nesillere, ülke ve insanımıza da saygılı olabilseydik..!

Aydınlık Günlerin Ümidi[22]

Dün hep kâbuslarla oturup kalkmamıza karşılık bugün, aydınlık geleceğin rüyalarıyla pırıl pırıl farklı mülâhazalarımız bulunmakta. Geç de olsa gayrı "yarınlarımız" diyebiliyoruz; kendimiz gibi düşünüyor ve kendi üslubumuzla yürüyoruz yürüdüğümüz yollarda. "Hak rızası" diyenlerin sayısı her şeye yetecek kadar; hakka yürekten bağlanmışların ise hadd ü hesabı yok. Her gün arz üzerinde ışık haddinin giderek genişlemesine mukabil, zulmetlerde de sürekli bir büzüşme var. Dünya durmadan dönüyor ve pek çok şey de süratle değişiyor. Hâdiseler böyle cereyan ettiği takdirde bugün olmasa da çok yakın bir gelecekte semavîliğin gelip kapımızı çalacağından şüphe edilmemelidir.

Kim bilir belki de, önümüzdeki günlerde rahmet arşından başımıza düşecek olan o "bir damla Ramazan" gibi vakt-i merhûnu gelince, umumî inayet ve şefkat de gelip sağanak sağanak başımıza boşalacak. İşte o zaman, asırlardan beri âdeta kupkuru çöllere dönmüş bu mazlumlar diyarı, pervanelerin ışığa koştuğu gibi herkesin göç edeceği bir hayal ülkesine dönüşecektir.

Her yanda makûs kaderimiz değişmiş gibi bir hâl var; kendi değerlerimize daha yakın duruyor ve onları daha iyi tanımaya çalışıyor, tanıdıkça da daha bir yürekten seviyoruz. Hayranlık duyuyoruz İslâm'a ve onun getirdiklerine; dahası onu, gökler ötesinin bize bir şefkat ve vefası gibi görüyoruz. Ona sahip çıktığımız şanlı günleri gururla yâd ediyor; ona karşı vefa ve sadakat içinde bulunanları alkışlıyor; azimle, ümitle aydınlık geleceğe yürüyenlere de: "Yolunuz açık olsun." diyoruz.

Milletimize Doğru Hedefler Gösterilmeli[23]

Millete bir kısım yüksek hedefler gösterilirken, evvela târihî hatalar düzeltilmeli; yanlış kanaatler milletin sinesinden sökülüp atılmalı; her türlü sahteler, sahtelikler, sahte dost ve sahte dünyalar kitlelere anlatılmalı. Sonra da onlara kendi düşünce ve inanç dünyalarına seyahat imkânları hazırlanmalıdır ki; bir çukurdan çıkarken diğerine düşmesinler. Zira, nesepsiz düşünce, gayri millî plân ve projelerle, artık hiç bir yere varılamayacağı herkesin malumudur.

Milletimizin Geleceği Adına Dikkat Edilecek Hususlar[24]

Bizim olacağı ümidini beslediğimiz aydınlık geleceğe emin adımlarla yürüyebilmemiz için, sadece hülâsasını sunacağımız şu hususları çok hayâtî kabul ediyoruz:

Bütün millet, husûsiyle de aydınlarımız, geçmişimizle mutlaka barışmalıdır. Gelecek adına gerçekleştirmeyi plânladığımız her türlü yenilenme ve inkılâplar, tarihî dinamiklerimiz ve mânâ köklerimiz esas alınarak projelendirilmelidir.

Böyle hayatî bir meseleye katiyen politika bulaştırılmamalı ve çıkar mülâhazaları karıştırılmamalıdır. Ayrıca, her şeye rağmen, bu istikamette hareket ve hamlelerin bir kısım komplikasyonları da olabileceği endişesiyle hep tedbir ve temkinle yürünmeli; gençlik heyecanı ve maceracıların sorumsuzca davranışlarına meydan verilmemelidir. Hem öyle meydan verilmemelidir ki, onur ve gururlarımızın rencide edilmesi karşısında bile, yüce mefkûremiz hatırına heyecanlarımızın ağzına sabır fermuarları vurulmalı ve diş sıkıp her şeye katlanılmalıdır.

Ülkemizin Geleceği Vefalı İnsanlara Bağlı[25]

Bir zamanlar uğrunda, milyonlarca insanın değişik şekillerde can verdiği bu ülke ve bu topraklar, bugün de pek çok vefalı evladıyla, maziden âtiye geçiş heyecanı içinde.. hem de ümitle dopdolu ve milletini yükseltme hummasıyla inim inim olarak. Öyle ki bunlardan her biri bir el ve bir ayaklarıyla gündelik meşguliyetlerinin içinde bulunurken, diğer el ve ayaklarını, hatta his ve şuurlarını ideallerinin emrine vererek geleceğin plân ve projelerini üretmeye çalışıyorlar. Bu itibarla da şanlı ve azametli bir tarihin, talihli ve zeki bir milletin, bir mânâda bin yıldan beri koruyup kolladığı, geliştirip şekillendirdiği ana dâvânın bir kere daha ciddî bir "dâüssıla" tutkusuyla ruhlarda tütmeye başladığı söylenebilir. Evet, pek çoğu itibarıyla bugünkü nesiller, birlik ve beraberlik şuuru ve milletlerini çağın birinci milleti haline getirme azimleriyle, hem bu dâvânın remzi, hem de bu misyonun temsilcileri gibi görünüyorlar. Bir muhalif rüzgâr esip her şeyi harman gibi savurmazsa, gelecek, bunların ebedî otağı olacağa benzer.

Geleceği yeniden inşa edecekler[26] bu kahramanlar arasından çıkacaktır. Onlara, hakikat aşkını, ilim sevgisini, araştırma ruhunu ve yenilenme esprisini iyi öğretebildiğimiz ve onları, ruh ve mânâ köklerine ait olanla-olmayanı birbirinden tefrik edebilecek seviyeye yükselttiğimiz ölçüde, bu daracık, kirlenmiş, tersliklere yenik düşmüş aynı dünya içinde daha geniş, daha temiz ve uhrevî güzellikleri çağrıştıracak daha âhenkli ve geniş bir dünya inşa edeceklerdir.

Bu dinamiklerle irtibatlandırılarak hakikat aşkına ulaştırılan nesillerin kendi milletlerinin kahramanları olmalarına mukâbil, ruhzede, mânâzede derbeder yığınlar, milletimiz için her zaman bir âr ve ayıp vesilesi sayılacak ve toplumumuzun talihini karartacaklardır.

Geleceğe damgalarını vurma konumunda bulunan aydınlarımızın, ellerindeki imkânları değerlendirerek, müstakbel nesilleri, kalplerin sultanlığına hazırlayıp, kaybetme çukurlarını kazanma zirveleri haline getirecekleri ümidini besliyoruz.

Esaret ve Cehaletten Kurtuluşun Şartları[27]

Hislerimizle bizi esir edip oyalayan dar görüş ve çelimsiz düşüncelerden kurtulmamız, ancak yaşadığımız çağın idrakinde, ilim iştiyakıyla şahlanmış hakikat âşığı; bugünün gerçek sıkıntıları ve yarının mutasavver ızdıraplarıyla kamburlaşmış; davranışları içinin akisleri, sözleri gönlünün solukları; her zaman ufuk ötesini temâşâ edebilen idrak, basiret ve ledünniyat kahramanları sayesinde gerçekleşecektir. Belli bir noktaya çekip yükseltmek istedikleri nesiller karşısında onun ızdıraplarıyla inleyen, onun bulanık geleceğini ruhunda gözyaşlarına çevirip Eyyûb gibi ağlayan ve onun bugünkü ve yarınki acılarını onunla paylaşan, lezzetlerini de Hak'tan gelmiş nimetler mülâhazasıyla değerlendirip şükürle şahlanan ledünniyat kahramanları.

Bunlardır ki, yüzlerce senelik canlı ve renkli tarihimizden güç ve ilham alarak bize, hakikî ve durulardan duru bir millet olma ruhunu üfleyerek, gençlerimizi îman, ümit ve hareket mefkûresi ile coşturup, uzun zamandan beri korkunç bir humûdetin öldürücü ağında durgunlaşmış millî mefkûremizin havuzunda yeni yeni mecrâlar meydana getireceklerdir. Bizler de, millet olarak bu mecrâlar içinde, bir zaman gönlümüzde yitirdiğimiz mâbede koşarak orada vuslat gözyaşları dökecek.. cennet köşkleri kadar sıcak kendi yuvalarımıza dönüp, hayli zamandan beri kaybettiğimiz cennetlerin akisleriyle buluşacak; kâideleri, hakikat arayışı ve ilim aşkı olan kendi mektebimizi yeniden keşfederek onun kâinata açık menfezlerinden varlıkla bir kere daha tanışacak; herkesi daha çok severek, her şeyi paylaşmasını bilecek ve daha çok muzdarip yaşamak ahlâkıyla herkesi gönlümüzün zümrütten yamaçlarında kucaklayacak.. varlık karşısında sanat duygusuyla coşacak; beşerî münasebetlerde iç iniltiler, hafakanlar ve gözyaşlarıyla düşünecek, düşünecek ve kendimizi ifade edeceğiz.

Geleceği Planlayabilmek[28]

Hem geçmişi kendi değer ve dinamikleriyle bugünlere taşımak, hem de geleceğe tam hulûl edebilmek, bugünün bir santiminin dahi zâyi edilmeden rantabl değerlendirilmesine bağlıdır. Evet, duygularımızın daha duru, düşüncelerimizin daha engin, gönüllerimizin daha sevinçli, ruhlarımızın daha coşkun, bünyelerimizin daha sıhhatli, zamanımızın daha bereketli, ekonomimizin daha dinamik ve devletler arası münasebetlerimizin daha tutarlı, daha imrendirici olduğu bir çerçeve içinde, geleceğin plân, proje, strateji ve uygulamalarını bugünden başlatabilir ve her mevsimde gerçekleşmesi gerekli olanı da gerçekleştirebilirsek, geçmiş-gelecek-hâl bir vahidin üç yüzü hâline gelir ve biz bu birkaç zamanı, hem de kendi derinlikleriyle aynı anda yaşayabiliriz.

Şafağı Sökmüş Sabahlar Çok Yakın[29]

Evet, şimdilerde yürüdüğümüz yolların bizi ulaştırdıkları meydanlardan, rıhtımlardan ümitlerimizde yaşattığımız enginliklere açılacağımız inancıyla -bütün bir toplum olarak öyle olmasak da- tıpkı cennet yamaçlarında tenezzühe çıkmış gibi, ruh iklimimiz itibarıyla şevk ü tarab içindeyiz. Çok yakın bir gelecekte, güneş, ay ve yıldızlar bizim yamaçlarımızda, hayâ, iffet, vefâ, sadâkat, ilim aşkı, araştırma ruhu çiçekleri üzerinde doğup batacak. Gelip geçtiğimiz her yerde, bizim için kurulmuş bir tâk gibi hep gök kuşağının altında yürüyecek ve iç içe güzellikler yudumlayıp geçeceğimiz günler dizi dizi yollarda.

Evet her yüzde tertemiz iffet duygusu, her sînede aşk u şevk feverânı, her tavırda ayrı bir uhrevî derinlik duyacağımız ve bir temâşâ zevkiyle güzellikten güzelliğe koşacağımız; koşup ak bahtımıza tebessümler yağdıracağımız günler, horozu ötmüş şafaklar gibi ufkun beri tarafında.

Günümüzde, saygısızlığın filizlenişine, hattâ bir meşelik gibi her yanı sarmasına ve egoizmanın bütün ruhlara hükmetmesine karşılık, her tarafta hürmetin boy atıp gelişeceğine, her yanda mahviyet, tevazu ve inceliğin üfül üfül eseceğine inancımız da tamdır ve sürprizler sağanağının sökün edeceği günlerin arefesinde bulunuyoruz.

Gelecekten Ümitli Olmak[30]

Evet, arkada bıraktığımız şu birkaç asırlık düşüş, hamiyetli ruhlarda öyle bir aşk u şevk uyarmıştı ki, hâlihazırdaki durumumuz bundan kat kat kötü olsaydı dahi zannediyorum doğrulup kendimize gelmemize yetecek dersi almıştık ve bu aynı zamanda bizim için iyi bir muharrik de sayılırdı. Sanki yıllar ve yıllar süren bir durgunluk ve yorgunluk dönemi yerini hareket aşkına bırakıyor ve bugüne kadar devam edegelen değişik dalga boyundaki olumsuz tecelliler, ardı arkası kesilmeyen handikaplar âdeta kendimizi yeniden keşfetmemiz için bizi biliyor gibiydi. Öyle ki artık bugünden daha çok, uzak-yakın yarınlardan söz ediyor ve geleceğin hülyalarıyla yaşıyorduk. Bugüne kadar bazılarının hep olmaya tahayyül edip de olamadıkları şeyler, bize sadık birer şafak emaresi rengiyle olabilirliğin mesajlarını veriyor ve bizi yeni bir sabaha uyarıyordu. Belki henüz güneş doğmamıştı ama, ufukların fecir mırıldandığı da açıktı. Dünü kaybetmiştik; önümüzde yarın vardı. Şimdi tam bir metafizik gerilimle "gelecek" deyip zamanın döl yatağındaki yeni armağanını beklemeliydik.

Bence dünü değerlendirmesini bilemeyenler, şayet fevtettikleri (kaçırdıkları) şeylerin ızdırabıyla kendilerine gelebilmiş ve yarınlara hazırlanmış iseler, çok fazla şey kaybetmiş sayılmazlar. Durup bekleyeceğiz; bakalım gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar..!

[1] Sızıntı, Aralık 1989, cilt 11, sayı 131, "Dün ve Bugün".
[2] Sızıntı, Ekim 1992, cilt 14, sayı 165, Hak ve Kuvvet Muvazenesi.
[3] Sızıntı, Mayıs1994, cilt 16, sayı 184, "Olanlar ve Olması Lazım Gelenler".
[4] Sızıntı, Aralık 1994, cilt 16, sayı 191, "Dirilmek Bizim de Hakkımız".
[5] Sızıntı, Ağustos 1993, cilt 15, sayı 175, "Yeniden Yeşeren Düşünceler".
[6] Sızıntı, Temmuz 1982, cilt 4, sayı 42, "İmtihan".
[7] Birinci Dünya savaşında birçok cephe, Çanakkale savaşları ve Milli Mücadele savaşı.
[8] Sızıntı, Haziran 1981, cilt 3, sayı 29, "Zafer".
[9] Sızıntı, Şubat 1983, cilt 5, sayı 49, "Varolma".
[10] Sızıntı, Mart 1998, cilt 20, sayı 230, "Varlığın Mânâ Buudu".
[11] Sızıntı, Mart1989, cilt 11, sayı 122, "Bizim Milletimiz-1".
[12] Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1989, sayı 5, "Aydınlık Yarınlara".
[13] Sızıntı, Temmuz 1991, cilt 13, sayı 150, "Bir Millet Dirilirken".
[14] Sızıntı, Ağustos 1989, cilt 11, sayı 127, "Tarihi Dinamikler".
[15] Sızıntı, Eylül 1998, cilt 20, sayı 236, "Karamsarlığa Bir Neşter".
[16] Sızıntı, Aralık 1998, cilt 20, sayı 239, "Kaos ve İnancın Sihirli Dünyası-2".
[17] Kırık Testi, 03.04.2006 "Ya Fişleyenleri de Fişlerlerse!.".
[18] Sızıntı, Ekim 1994, cilt 16, sayı 189, "Sitem ve Beklenti".
[19] Sızıntı, Mart 1988, cilt 10, sayı 110, "Erozyonlar ve Millet Ruhu".
[20] Sızıntı, Nisan1980, cilt 2, sayı 15, "Dünya Muvazenesinde Bir Millet".
[21] Sızıntı, Temmuz 1991, cilt 13, sayı 150, "Bir Millet Dirilirken".
[22] Sızıntı, Ekim 2003, cilt 25, sayı 298, "Işık Karanlık Devr-i Daimi".
[23] Sızıntı, Mart 1988, cilt 10, say 110, "Erozyonlar ve Millet Ruhu".
[24] Sızıntı, Ekim 1994, cilt 16, sayı 190, "Kollektif Şuur".
[25] Yeni Ümit, Ocak-Mart 1996, sayı 32, "Milletimizin Ana Davası".
[26] Sızıntı, Eylül 1996, cilt 18, sayı 212, "Kendi Ruhumuzu Ararken".
[27] Yeni Ümit, Ocak-Mart 1997, sayı 36, "Ümit Nesilleri-1".
[28] Sızıntı, Mayıs 1997, cilt 19, sayı 220, "Kaos ve Yeşeren Ümitler-1".
[29] Sızıntı, Eylül 1998, cilt 20, sayı 236, "Karamsarlığa Bir Neşter".
[30] Yağmur, Ocak-Mart 2003 "Dünyada Huzurun Bendi Yıkıldı".