The Self Indulgent

The self indulgent are those who live for pleasure and delight, have a never-ending hunger for worldly delights, always chase long-term worldly ambitions, who live with the delusion of immortality. Kendi zevk ü sefasına düşkün, hayatını kendi hesabına yaşayan, kendi hesabına değerlendiren, dünya adına hiçbir şeye doymayan, sürekli tûl-i emel peşinde koşan, hep tevehhüm-i ebediyet ile yaşayan kimselere “mütrefîn” denir.
These people, as mentioned in a hadith, want a third mountain of gold—like Korah—when they already have two other mountains. Bunlar, doyma bilmeyen, bir hadis-i şerifin ifadesiyle, iki dağ altını olsa, bir üçüncüsünü -Kârûn gibi- isteyen insanlardır.
Korah was from the tribe of Prophet Moses; however, he finds an opportunity and uses his mind and trickery to become very wealthy. Kârûn, Hazreti Musa’nın kavminden; fakat bir fırsat buluyor, aklını değerlendiriyor veya ayak oyunlarıyla çok zengin oluyor.
He uses all kinds of manipulation, abuse and corruption. İhtikârın, ihtilâsın, irtikâbın her türlüsünü kullanıyor.
He is much like people of today; he kisses hands, begs, but always gets something in return; leans down, bows, prostrates, always looking to exploit; he says, ‘Is there anything else I should bow for’ and looks to exploit again. Günümüzün insanına çok benziyor; el öpüyor, etek öpüyor, ayaklara kapanıyor, bir şey koparıyor; yerlere kapanıyor, bir şey koparıyor; eğiliyor, bir şey koparıyor; rükûda, bir şey koparıyor; secdede, bir şey koparıyor; “Daha var mı eğilmem adına” diyor, yine bir şey koparıyor.
And in the end, he acquires immense treasures. Ve bir gün geliyor, hazineleri oluyor.
In the words of the Qur’an, ‘We gave him treasures, the keys alone to which were a heavy weight for a party of strong men’ (Al-Qasas, 28:76). Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, “Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir grup insan ancak taşırdı” (Kasas, 28:76).
He had such wealth that the keys to his treasures needed to be held 10 people. Hazinelerinin anahtarlarını, ancak on kişilik bir heyetin taşıyabileceği kadar zengin oluyor.
His ambition is not only about the hoarding of treasure; ‘In case of a burglary, it’s best if I hide the treasures in different places with many locks on each vault; if they get a hold of one key, at least they won’t be able to open the rest’. Hırsı sadece hazineleri bir yerde yığmada değil; “Ne olur ne olmaz, hazine tek yerdeyken soyarlarsa, hepsi soyulmuş olur; en iyisi ben onu beş-on yerde gizleyeyim ve hepsinin kapısına da beş-on tane kilit vurayım; birine uydurma anahtarlar uydururlarsa, diğerine uyduramasınlar.”
Now, how should you understand the Qur’an’s explanation of this matter? Şimdi, Kur’ân’ın bu mevzudaki ifadesini nasıl anlayacaksınız?
Only a party of 10 can carry the keys. On kişilik bir cemaat ancak anahtarlarını taşıyor hazinelerinin.
After a long search for it they find it; they once again say, ‘We found Korah’s treasures’. Onca zaman sonra arıyor, buluyorlar, buluyorlar; yine “Kârûn’un hazinelerini bulduk” diyorlar.
When Korah first joins Prophet Moses, he joins like Aaron; that is, he comes from a slum. Kârûn, Hazreti Mûsa’ya iltihak ederken Hârun gibi iltihak ediyor; yani, bir gecekondudan geliyor.
Later, when he has a position of rank, he seizes a palace; even if others say it isn’t, a palace is a palace. Sonra kendisine bir pâye verilince, bir saraya konuyor; “ak” dese de, “kara” dese de saray, saraydır.
He then seizes fleet after fleet; then more and more villas. Sonra filoları filolar takip ediyor; villaları villalar takip ediyor.
He steps onto the stage to play the role of Aaron, however, he becomes ‘Korah’ and is shoved beneath the earth by God. “Hârun” olarak, Hârun rolü oynayacağı iddiasıyla sahneye çıkıyor; fakat “Kârûn” oluyor ve Allah tarafından, öylece yerin dibine batırılıyor.
‘Then We caused the earth to swallow him and his dwelling.  “Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik.
There was then no host to help him against God, nor (for all his possessions) was he himself able to come to his own aid’ (Al-Qasas, 28:81). Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi” (Kasas, 28:81).
We ruined him and his safe palace, there was only but God to save him from himself, there couldn’t have been anyone else. Yerin dibine batırdık onu ve ârâm eylediği sarayını; Allah’tan başka onu, ondan kurtaracak kimse de yoktu, olamazdı da.
Have no doubt that his modern peers shall suffer the same fate. Emsalleri de aynı âkıbete maruz kalmaya mahkûm namzedidirler; bundan hiç tereddüdünüz olmasın.
Whoever has an eye for things more than that of his essence, his abilities or what God has granted, God will abase him.  Kim öyle mahiyetinin üstünde, kabiliyetinin üstünde, Cenâb-ı Hakk’ın verdiklerine kanaat etmenin üstünde, değişik şeylere gözünü dikmiş ise, Allah onu alçaltır.
‘Whoever is humble, God exalts him; whoever is haughty, God humiliates him.’ “Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”
Whoever accepts God’s superiority and lowers himself down to the ground and prostrates, in other words, lowers his wings of modesty, God exalts him. Kim, Allah’ın büyüklüğünü kabul eder, kendi küçüklüğü ile yerlere kadar eğilir ve kapanırsa, tâbir-i diğerle, tevazu kanatlarını yerlere kadar indirirse, Allah, onu yükselttikçe yükseltir.
This is expressed using a verb, which points to ‘renewal’; not only exalting but also ascending to excellence over and over. Fiil kipi ile ifade edilmesi, “teceddüd”e delalet ediyor; bir yükseltmek ile kalmaz, bir arş-ı kemâlâta, bir arş-ı kemâlâta, bir arş-ı kemâlâta daha yükseltir.
The verb used for ‘haughtiness’ here indicates an artificial arrogance.  (“Tevâzu” için “tefâ’ül” kipi kullanılmasına mukabil) وَمَنْ تَكَبَّرَ sözünde fiil, “tefe’ül” kipinden geliyor; bu da kibirdeki tasannu ve zorlanmayı ifade ediyor.
True greatness is an Attribute of God. Esasen büyüklük, Allah’ın sıfatıdır.
A Divine hadith states: Cenâb-ı Hak, bir kudsî hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:
‘Greatness and majesty are for Me alone, those who attempt to share them with Me shall be pushed into Hell.’ “Azamet izârım, kibriya ridâm Benim; bunları Benimle paylaşmaya kalkanı, derdest ettiğim gibi, tepetaklak Cehennem’e atarım.”
These two Attributes are for God alone. Allah’a mahsus iki tane sıfat, bunlar.
More specifically, they are not for mortals, the size is too large for mortals, but people try to own them through fake displays. Dolayısıyla, esasen o fâniye ait urba değil, numara-drobu ona uymuyor; fakat tekellüf ile onlara sahip çıkmaya çalışıyor, zorlanıyor.
This is understood through the conjugation of the verb. Fiilin kipinden bunlar anlaşılıyor.
And in this case God, abases them over and over, this path can lead them to the ‘lowest of the low’. Orada da Allah, batırdıkça batırıyor, batırdıkça batırıyor, batırdıkça batırıyor; “esfel-i sâfilîn”e kadar yolu var o işin.
Such people are never sincere in what they say and what they do, they are hypocrites. Böyleleri -esasen- deyip ettiklerinde hiçbir zaman samimi değillerdir, münafıktırlar bunlar.
And hypocrites are lower than disbelievers. Ve münafıklar, kâfirlerin de altındadırlar.
‘Surely the hypocrites will be in the lowest depth of the Fire; “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar (dibindedirler).
and you will never find for them any helper (against the Fire)’ (An-Nisa, 4:145). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın” (Nisâ, 4:145).
Yes, they are at the lowest rank in hell.  Evet, Cehennemde en aşağı derekededirler onlar.
Self-Indulgence is a character of such people, that are never satisfied from worldly gains and, as Bediüzzaman narrates, they intentionally ‘prefer this world over the next’. “Mütrefîn”, karakter itibarıyla bu türlü insanlardır; dünya adına doymayan ve Hazreti Pîr ifadesiyle -Hayır, Kur’an’ın ifadesine, onun şu şekilde yorum getirmesiyle- “bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih eden” kimselerdir.
Using the Abjad numerical system, Bediüzzaman says that the analysis of this verse alludes to this age, the age when people ‘prefer this world over the next’.  Hazreti Üstad, bu zamana, “bilerek dünya hayatını ahirete tercih edenler asrı” diyor ve işaret ettiği ayetin, ebced hesabı ile de bu asrı gösterdiğini belirtiyor.
Knowingly preferring this world over the next Bilerek dünya hayatını, âhiret hayatına tercih edenler.
A man on the street, the head of a town, the district governor, county governor, those above these positions that appear to be at the forefront; all these people, knowingly, prefer this world over the next world.  Sokaktaki insan, nahiyedeki müdür, kazadaki kaymakam, vilâyetteki vali, daha üstündeki ekâbir (büyük başlar) ve senâdîd (önde görünenler); bütün bunlar, bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih ediyorlar.
We live in such a century. Böyle bir asırda yaşıyoruz.
What is the most dangerous? En tehlikelisi nedir?
When an unbeliever, obstinate person, materialist or a naturalist does this we can remotely accept their reason. Bir inkârcı, bir mülhid, bir mütemerrid, bir Materyalist, bir Natüralist bunu yapıyorsa, aklınız biraz kabul edebilir.
But, when someone that says, ‘There is only one God’ says ‘Let’s merge the spirit of religion into administration, let’s intertwine this spirit, in a way, like lacework pleasing to the eyes’, when such people say these and, in turn, exchange their Hereafter to this world, this falls under deception. Fakat “Allah birdir” diyenler, “Dinin ruhunu ikâme etmek istiyoruz” diyenler, “İdareye, o ruhu katmak, onun ile o idareyi -bir yönüyle- bir dantela haline getirmek, göz kamaştırıcı bir seviyeye ulaştırmak istiyoruz” diyenler, bunu yapıyorlarsa (dünya hayatını ahirete bilerek tercih ediyorlarsa) çok aldatıcı olur.
The people, like herds and flocks, will follow these wolves willingly. Yığınlar, sürüler gibi, koyun sürüleri gibi bu kurtların arkasına takılır giderler.
Unaware, that in reality, they are being led to a secluded place; one by one, in order to be overpowered. Bilemezler ki, esasen o, tenha bir yere sevk ediyor; birer birer onların hakkından gelmek için onları o tenha vadiye celbediyor.
When religious arguments are used, the congregation in a mosque will also believe, so will one who circulates the Ka’ba, one who fasts during Ramadan, or one who fasts every other day, the person who donated all their wealth to charity; and the one who says, ‘I will dedicate my whole spirit to the Lord, and be martyred on this way’ will also believe. Mesele, dinî argümanların kullanılması olunca camideki cemaat de inanır, Beytullâh’ı tavaf eden de inanır, Ramazan’da oruç tutan da inanır, “savm-ı Dâvud” (günaşırı oruç) tutan da inanır, bütün malını sadaka olarak veren de inanır, “Ben ruhumu Allah için vermeye teşneyim, şehit olmaya âmâde bulunuyorum” diyen de inanır, varsa şayet.
They will believe, because the arguments used in a way that obliges people to believe in it. İnanırlar, çünkü kullanılan argümanlar, bir yönüyle insanları inanmaya mecbur ediyor.
Let me ask you earnestly, if somebody who stands behind the leader in Prayer says, ‘Let me be at the frontline and be the next receiver of the spiritual rewards, if the leader in Prayer receives all rewards, let me receive nine tenths of such rewards’, wouldn’t you believe such a person? Rica ederim, biri gelip imamın arkasında, “Aman ön safta, tam imamın arkasında durayım; imama inen sevabın hemen ikincisini ben alayım; onda onu imama indi, onda dokuzu da bana insin” diyen biri gibi, o hissi sizde uyarmak için imamın arkasında duruyorsa şayet, siz inanmaz mısınız ona?
Now, it is unclear whether he made ablutions or not, but when you see things like this you tend to believe them.  Şimdi bu, abdestli mi, abdestsiz mi belli değil ama bu türlü şeyleri gördüğünüz zaman inanırsınız.
They will indeed know how to interpret your inclinations and good assumptions and reach conclusions with their Machiavellian considerations.  Onlar da sizin bu inancınızı, bu temayüllerinizi, bu zaafınızı, “hüsnüzan, adem-i itimat”sız tavrınızı değerlendirmesini bilirler; ulaşmaları gerekli olan yere, Makyavelist mülahaza ile ulaşırlar.
They will use all illegitimate methods to fulfil their goals.  Bütün gayr-ı meşru vesileleri kullanarak, hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.
For this reason, they are considered to be more dangerous than disbelievers.  Dolayısıyla bunlar, kâfirden daha tehlikelidir.
More dangerous than the Pharaohs and Korah.  Kârûn, Firavun’dan daha tehlikelidir.
Samiri is more dangerous than the Pharaoh.  Sâmirî, Firavun’dan daha tehlikelidir.
Because there are clear cut red lines between Prophet Moses and the Pharaoh.  Çünkü kırmızıçizgiler vardır, Firavun ile Musâ (aleyhisselam) arasında.
Someone seems to be a member of the Children of Israel, but actually he uses deceit, on another path, a deceptive path; he is more dangerous. Fakat birisi böyle İsrailoğullarından görünüyor ama ayak oyunları ile başka bir yolda yürüyor ise, farklı bir yolda yürüyor ise, aldatıcı bir yolda yürüyor ise, o daha tehlikelidir.
From this perspective it can be seen that true believers face dangers such as these today.  O açıdan günümüzde böyle bir tehlike ile -hakiki mü’minler- karşı karşıya bulunuyorlar.
This is called hypocrisy and can be a subject matter for important research and writing.  İşte, bunun adı “münâfıklık”tır ve belki önemli bir yazıya mevzu yapılması yerinde olur.
Abdullah ibn Salul was a hypocrite of that nature and had around 300 comrades, but many of them disappeared in the great pool of Islam. Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl öyle bir münafık idi ve belki üç yüz tane de arkadaşı vardı; bunlar, pek çoğu -pek çoğu, hepsi değil- âlem-i İslam’ın “havz-ı kebîr”i içinde eridiler.
However, people like Abdullah ibn Salul appeared at the forefront of society, and when the noble Prophet arrived in Medina, he said, ‘Please stay at my home’ in a charming manner. Ama Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl gibi kimseler, saflarda önde göründüler, Efendimiz Medine’ye teşrif buyurduğunda -edâlı bir ses tonuyla- “Bize buyurun Efendimiz” dediler.
They never left their path and kept being obstinate till their death. Fakat bildikleri yoldan katiyen ayrılmadılar ve ölünceye kadar da o temerrütlerini devam ettirdiler.
For this reason, his son Abdullah, a Companion of Badr, said, ‘O Messenger of God, come to my father’s funeral’. Onun için oğlu -Ashâb-ı Bedir’dendir, Abdullah İbn Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl- geldi; “Yâ Rasûlallah. Babamın cenazesine” dedi.
God stopped the Prophet from attending the funeral of the hypocrite, God said, ‘Stop!’ Allah Rasûlü, o münafığın oğlunun hatırına cenazeye iştirak etmek için adım attı; Allah (celle celâluhu) “Dur!” dedi:
‘And never do the funeral Prayer over any of them who dies, nor stand by his grave’ (At-Tawbah, 9:84). “Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için sakın cenaze namazı kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla asla kabri başında da durma” (Tevbe, 9:84).
Indeed, do not stand before his grave nor pray for him because he has gone to the other side as a disbeliever.  Evet, “Onun namazını kılma, kabri üzerinde de durma” dedi, durdurdu; çünkü öbür tarafa kâfir olarak gitmişti.
How long after? Ne kadar zaman?
Over 7 or 8 years, the powerful spiritual hue of the noble Spirit of the Master of Humankind, who transformed the most obstinate people, did not change that hypocrite. Yedi-sekiz sene, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm’ın, en mütemerrid insanları değiştiren, değiştirip farklı bir formata sokan o güçlü insibağı, o münafığa tesir etmemişti.
Hypocrite is such a dangerous person. Münafık, öyle tehlikelidir.
For this reason, the Qur’an states: ‘Surely the hypocrites will be in the lowest depth of the Fire. Onun için, Kur’ân “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar (dibindedirler).
And you will never find for them any helper (against the Fire)’ (An-Nisa, 4:145). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın” (Nisâ, 4:145) buyurur.
For this reason, Bediüzzaman says, ‘A hypocrite is more dangerous than a disbeliever’. Onun için Hazreti Pîr, “Münafık, kâfirden (eşeddir) daha tehlikelidir” der.
The Holy Qur’an says: Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:
‘And when We finally will destroy a township (that has deserved destruction), We leave those of its people lost in the pursuit of pleasures to their own devices, and so they transgress all limits therein.  “Bir beldeyi/ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar.
In consequence, the word (of punishment) is justified against it, and so We annihilate it, reducing it to nothing’ (Al-Isra, 17:16). Böylece o ülkeye (azap edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz” (İsrâ, 17:16).
‘When We finally will destroy a township.’ “Biz, bir karyeyi helak etmek istediğimiz zaman.”
Under ordinary conditions, Almighty God’s wish to destroy a people is essentially based on some causes. Cenâb-ı Hakk’ın helak etmeyi istemesi, esasen -şart-ı âdî planında- o istikamette ortaya konacak bir kısım sebeplere muallaktır.
In other words, He means, ‘Some causes will need to exist for Me to destroy that township’, this does not mean a compulsory destruction. Yani “O sebepler var olacak, Ben de o karyeyi helak edeceğim” demektir; bu, cebrî helak etmek demek değildir.
God never destroys a township in a compulsory manner; however under ordinary conditions, people who live in that township use their will, or in other words, don’t give their willpower its due, and please forgive me, act like animals. Allah, cebren bir karyeyi helak etmez; fakat o insanlar, şart-ı âdî olarak, iradelerini kullanırlar, daha doğrusu iradelerinin hakkını vermezler; bağışlayın, hayvan gibi hareket ederler.
‘They are but like cattle, (following only their instincts). No, they are more heedless of the right way (and, therefore, in greater need of being led than cattle)’ (Al-Furqan, 25:44). “Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar” (Furkân, 25:44).
Therefore they deserve to be destroyed. Dolayısıyla da helaki istihkak ederler.
So God says the following about a township hosting such people, ‘We command the population of that village that is lost in the pursuit of pleasures without moral limit or consideration’. İşte öyle kimselerin bulunduğu yerle alakalı olarak, Allah (celle celâluhu), “Biz, onların (o karyenin) o mütrefîn olan ehline emrederiz” diyor.
‘Those people will turn to impiety and disobedience, and lose their moral rectitude.’ You know what ‘deviation from the truth’ is, it means losing direction of the right path. “Onlar, o mevzuda fısk u fücûra girerler, istikametten ayrılırlar.” “Füsûk”u biliyorsunuz; doğru yolda istikametten ayrılma demektir.
‘Transgressors of houses’ refer to snakes, venomous creatures, please forgive me, mice and other similar creatures. “Fevâsiku’l-büyût”, evlerde yaşayan yılanlar, çıyanlar, -bağışlayın- fareler ve sairelere denir.
When they crawl out of their holes, transgress their boundaries, we call them ‘transgressors’. Deliklerinden dışarıya çıktıklarından, kendileri için mahdut olan sınırın dışına çıktıklarından, sınırlarını aştıklarından dolayı, onlara “fevâsık” (fâsıklar) denir.
These are those who transgress the bounds set by God. Fâsık; kendisi için takdir edilen sınırın dışına çıkan insan demektir.
The responsibility of humankind who is created in the best form and nature is to be ready for worship at any time. Even this state will not be satisfactory, he will then bow; still not being satisfied, will put his forehead on the ground in prostration. Ahsen-i takvîme mazhar olan insana düşen şey, her zaman Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunmaktır; onu yeterli bulmayıp rükûa varmaktır; onu da yeterli bulmayıp, alnını yerlere sürmektir.
Then he will say, ‘This is still not enough’ and stand up one more time as if he is face to face with God Almighty. Sonra “Bu da yetmedi” deyip bir kere daha âdetâ Cenâb-ı Hakk’ın yüzüne bakıyor gibi kalkmaktır.
Beyond the limiting boundaries of ‘quality’ and ‘quantity’... Efendim, “bî kemm u keyf” bakıyor gibi; bî kemm u keyf.
‘What else would you like of me? “Benden daha ne istiyorsun?
Why only two prostrations?’ Niye iki tane secde?”
To prostrate once again... Bir kere daha secdeye kapanma.
After that to sit up as though saluting Him, to say, ‘All worship, the worship offered by all the living beings through their lives, prayers, good words and deeds belong to God. Sonra kalkıp O’na selam veriyor gibi, “Bütün kavlî (tahiyyât), bedenî (salavât) ve malî (tayyibât) ibadetler Allah’a mahsustur” deme.
All of these are words or actions that express respect, glorification, veneration, and sanctification towards God.  Bütün bunlar, O’na karşı tâzimât u tekrimât u tebcilât u takdisâtı ifade eden kelimelerdir/hallerdir.
A transgressor does not perform any of these and does not do justice to the beautiful form and nature in which God created him/her, and steps outside the bounds of this nature. İşte, fâsık, bunu yapmıyor, esasen ahsen-i takvîme mazhariyetin hakkını vermiyor, ahsen-i takvîme mazhariyet çizgisinin dışına çıkıyor.
‘And we command them, those self-indulgent ones.’ ‘They, for this reason, wilfully adopt this direction.’ The conjunction used in this sentence could either be expressing causation or expressing a succession of events. ‘After we do this, they engage in corruption and impiety, and step outside the circle assigned to them and veer sideways away from their route.’  “Biz, onlara emrederiz, o mütrefîne.” “Onlar, o sebeple iradelerini o istikamette kullanırlar.” “Fâ”, “o sebeple” manasına “fâ-i sebebiye” veyahut da “fâ-i tâkibiyye”, “Bizim öyle yapmamızın arkasından onlar fıska girerler; kendileri için mukadder dairenin dışına çıkarlar; şehrâhı bırakır, kendilerini patikaya salarlar.”
Following this is another conjunction; most likely establishing a causal link.  Bir de arkadan bir “fe” geliyor, onun da “fâ-i sebebiye” olması daha kat’î:
‘For this reason, this township...’ “Dolayısıyla da o karye.”
The pronoun used here is in the feminine form referring to the feminine form of the word ‘qarya’ (township) in Arabic. ‘Our verdict, decree and ruling regarding that province is realised’.  Zamirin müennes olması da, “karye”ye râci; “Artık o karye hakkında bizim hükmümüz, kazamız, hüküm vermemiz, hak olur.”
This is the right of the Ultimate Truth and Ever-Constant. This is the deliverance of justice.  Hakk’ın hakkı; ihkâk-ı hak, bu.
What will happen then? Ne olur o zaman?
Justice is decreed and becomes realised, and they are overturned and ruined to rubble.  “Hak olur da, Biz onun arkasından, onların altlarını üstlerine getiririz.”
If we look at the verse generally, you can see the theme on which these events are occurring.  Şimdi ayetin icmâlen mealine bakınca, meselenin hangi çizgide cereyan ettiğini görüyorsunuz.
In other words, it all comes down to humanity, willpower, inclinations, the desires of the evil-commanding soul, and impulses.  Yani; mesele geliyor gidiyor, yine insana, insanın iradesine, onun temayüllerine, o mel’un olan “nefs-i emmâre”sine ve “hevâ”sına bağlanıyor.
Or rather, the inlets of the heart that have been left open for Satan, and closed against the metaphysical realm and against angels, because of this, they are punished with destruction.  Daha doğrusu, kalbin menfezlerinin şeytana açık bulundurulmasına, melekûtî âleme ve meleklere kapalı bulunmasına -bir yönüyle- bir ceza olarak altları üstlerine getiriliyor.
We do not believe in the doctrine of compulsion. Biz, “cebr”e inanmıyoruz.
We also do not claim that a person is the creator of their actions.  “Kul, fiilinin hâlıkıdır” da demiyoruz.
Just as we do not claim this, we also do not claim that a person has no willpower and is completely helpless and is compelled by fate to do whatever they do. Onu demediğimiz gibi, “İnsanın iradesi yoktur; insan, eli-kolu bağlı bir ‘mecbur-i mutlak’tır, mutlak bir cebir içindedir” de demiyoruz.
This is called absolute determinism or fatalism.  “Cebr-i mutlak” deniyor ona.
A less extreme version of this is called relative determinism or fatalism and this is the view held by the Asharis. Onun bir hafifi “cebr-i mutavassıt” ki, Eş’arîlerin esas aldıkları görüş oluyor.
As a side note:  Antrparantez:
Once people have achieved a certain level in their spiritual journey, and see the flimsiness of their own will compared to the Will of God, which is like a drop of water compared to the ocean, or a tiny atom compared to the sun, and they see this truth with the full depth of their hearts and consciences, their stances on this issue may differ somewhat.  İnsanların belli bir ufku aştıktan sonra, bir yönüyle kendi iradelerinin minnacıklığı, damla olması ve Meşîet-i İlahiyenin esas, derya olması hakikatini, kendi iradelerinin bir zerre olması ve Meşîet-i İlahiyenin bir güneş olması gerçeğini vicdanlarında tam, derinlemesine duyduklarından dolayı meseleye bakışları farklı olabilir.
As it is mentioned in Mustafa Sabri’s books, ‘It is inevitable for a novice to be excessively rationalistic and for a person who has almost reached the final point of spiritual journeying to be deterministic’. Mustafa Sabri Bey’in “Mevkifu’l-Akl ve’l-Âlem Min Rabbi’l-Âlemîn” kitabında ifade ettiği gibi veya “Tahte Sultâni’l-Kader” kitabında ifade ettiği gibi, “Bir mübtedînin Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de Cebrî olmaması mümkün değildir.”
It is very difficult for a beginner to not have a rationalist mindset. Bir mübtedînin, bir çocuk akıllının Mutezilî olmaması zordur.
‘I did this, I did that. “Ben yaptım, ben ettim.
I’ve done things that many people couldn’t have dreamt of. Benim yaptığımı onlar, rüyalarında bile görememişlerdir.
Look at what I have done.’ Bakın neler kazandırdım, neler kazandırdım.”
This childish novice is foolish; he/she can only be excessively rationalist. Bu, mübtedî, çocuk akıllı, bir akılsız, ahmağın tekidir; bunun Mutezilî olması kaçınılmazdır.
‘The servant is the creator of his/her action’ he says. “Kul, fiilinin hâlıkıdır” diyor bu.
At the same time, one who has reached the zenith of their spiritual journey can be expected to be a relative fatalist. Fakat bir müntehînin, bir yönüyle, en azından cebr-i mutavassıt olması da kaçınılmazdır.
Why? Neden?
Because you see that in ordinary conditions, what is required of you is to incline towards something slightly. Gerçekten görüyorsun ki esasen sana düşen, şart-ı âdî planında, bir şeye hafif bir temayül.
A slight inclination towards one of two options, two equally weighed options, whose existence and nonexistence are equal. Namely, there is no difference between the existence and nonexistence of contingent and probable things (neither necessary nor impossible) without a prime cause. Hafif bir temayül; yani tarafeyn arasından bir tanesini tercih etme gibi, “tesâvi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den -Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsâvîdir, farkları yoktur.
In that way, choosing between two things that can exist or not. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan “iki şey ortasında birini tercih etme” gibi bir şey.
It is like being in accordance with the demands of the Divine Will. Bir kader-dengi değerlendirme gibi bir şey.
When you realise this, you say: Bunu görünce de diyorsun ki:
‘I’m not a pure rationalist; I have a tiny contribution to this cause. God Almighty responds to my tiny contribution in a manner that suits His grandeur. “Ben, Mutezilî değilim; demek ki benim bir katkım var burada; bu minnacık katkıma karşılık, Allah (celle celâluhu) Kendi azametine uygun bir tasarrufta bulunuyor.”
Besides, isn’t that the manner in which Almighty God exercises His Glory? Yine antrparantez ifade edeyim; zaten Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraât-ı sübhâniyesi de böyle değil mi?
Please, think about what is bestowed upon us in our temporary life. Rica ederim, şimdi muvakkat bir hayata mukabil lütfedileni düşünün.
The average lifespan of a person in this age is around 50 or 60 years. Elli sene, altmış sene, ortalama yaş, şimdiki insanlar için.
I don’t know how long they used to live in the olden days, but nowadays it is around 60, 70, 80, or 90. Eskiden ne kadar yaşıyorlardı, bilmem; şimdiki insanlar için altmış, yetmiş, seksen, doksan.
When there is somebody who turns 130 or 140 years old, they are newsworthy. Dünyada yüz otuz, yüz kırk yaşına giren bir insan varsa şayet, o, gazetelere mevzu oluyor.
How long is 60 or 70 years anyway? Altmış-yetmiş sene nedir?
If you ask those who are around my age, they would reply, ‘I don’t care’. Şimdi o yaşta, Fakir’in yaşında olanlara sorsanız -Halk ifadesiyle diyeyim mi; diyeyim mi, sıkılır mısınız?- “Vız gelir, tırıs gider” diyeceklerdir.
You have no idea, yesterday you were kicking in your mother’s lap, asking for milk, then asking for food, then one day you realise the lights calling you to the other realm have appeared. Hiç farkında değilsin; sen dün annenin kucağında tekme vuruyorsun, “Meme, meme” diyorsun; bir gün memeyi mamaya çeviriyorsun; bir gün mamayı yemeğe çeviriyorsun; hiç farkına varmadan, bir gün de bakıyorsun ki, öbür âlemin ışıkları yanıp sönmeye başlamış.
Without your knowledge, an enthusiastic longing for another realm appears within you. Bir diyâr-ı âhere, bir meyelân-ı şevk-engiz, senin içinde uyanmaya başlamış, hiç farkına varmadan.
It is such a temporary life. Şimdi böyle muvakkat bir hayat.
But if it is used effectively, it can yield such great bounties and results. Fakat bu, değerlendirildiği zaman ne büyük netice lütfediliyor.
When this temporary life is used effectively, God blesses one with Paradise, ‘Thousands of years of blissful life in this world are not worth a moment in Paradise’, thousands, millions, billions of years, are not worth an hour in Paradise.  Bakın muvakkat hayat değerlendirildiği zaman Allah, Cenneti ihsan ediyor ki “Dünyanın bin sene mesûdâne hayatı, o Cennet hayatının bir saat hayatına mukabil gelmiyor” dünyanın binlerce sene -“binlerce” deyince, milyon, milyon, milyar sene- hayatı Cennetin bir saatine mukabil gelmiyor.
‘Millions of years on earth are not equivalent to one hour in Paradise’.’ Evet, bu dünyanın milyonlarca senesi, Cennetin bir saatine mukabil gelmiyor.
So what does God give in return? Şimdi neye, Allah, neyi veriyor?
What do you give and what does God give in return? Sen ne veriyorsun, O (celle celâluhu) sana ne veriyor?
Beyond this, He also says: Onun ötesinde de buyuruyor ki:
‘I have given you this, these and that. Is there anything else that you desire from Me?’ “Ben, size şunu, şunu, şunu verdim; Benden istediğiniz başka bir şey var mı?”
They are lost for words, overwhelmed. Bayılmış, kendilerinden geçmişler.
They look at the fancies, luxuries and pomp of this world, then compare it to Paradise Bir dünyanın zevkine, sefasına, debdebesine bakıyorlar, bir de Cennete.
Someone like Korah or Dhu al-Qarnayn or Alexander the Great, who had power stretching from East to West, when they glance at Paradise, then what they left behind, they say, ‘The world is not worth a moment of this. Âdetâ bir Kârûn gibi veya Zülkarneyn gibi ya da Büyük İskender gibi, şarktan garba gûna-gûn dünyada hâkimiyet bayrağı dalgalandırmış insan bile bir Cennete bir de bütün geride kalanlara dönüp bakınca, diyor ki “Bunun bir dakikasına mukabil gelmez.
What else could we ask for, everything has been provided.’ Ne isteyeceğiz ki biz, her şeyi vermiş.”
At the same time, the All-Merciful and All-Compassionate God declares, ‘I am pleased with you’. Bununla beraber, Hazreti Rahman ü Rahîm, “Ben sizden razıyım” diyor.
What kind of an amazing blessing is Him saying, ‘I am pleased with you’, a person’s conscience hearing this. İşte o “Ben sizden razıyım” demesi, nasıl bayıltan bir nimet ise, insan vicdanının duyması açısından.
So beyond quality and quantity, if God declares, ‘I am pleased with you’, just as He declared to the Prophets, and some righteous people such as Junayd al-Baghdadi and Ismail Haqqi Bursawi. Yani, şimdi bî kemm u keyf, Cenâb-ı Hak, size “Sizden razıyım” dese; enbiya-ı ızâma ve bazı büyüklere dediği gibi; mesela Cüneyd-i Bağdâdî’ye, mesela İsmail Hakkı Bursevî’ye.
As written in Ismail Haqqi’s works, and as Junayd al-Baghdadi states. O, “Netâicü’l-Efkâr”ında ifade ediyor; Cüneyd-i Bağdâdî de ifade ediyor.
If God, in His greatness says, ‘I am pleased with you. Cenâb-ı Hak, tenezzülât-ı Sübhâniyesi ile dese ki, “Ben, sizden hoşnudum.
I take you into My company and protection’. Sizi Ben, maiyetime, riâyetime, kilâetime, vekâletime alıyorum.”
If you heard this, you would develop wings and begin flying.  Bunu doğrudan doğruya duysanız, kanatlanır uçarsınız o zaman.
At that moment, you will feel this according to the depth of your conscience there, not here. İşte orada, oraya göre, o vicdanın derinliği ile duyacaksınız, buraya göre değil.
In that place, how will your physical makeup be altered? Orada maddî yapınız nasıl değişiyor?
A physical structure that does not age.  İhtiyarlamayan bir maddî yapı.
A structure that does not turn to ash as it burns in Hellfire.  Cehennemde yanarken, cayır cayır yanarken, kül olmayan bir yapı.
Whatever that is.  Ne ise, o?
It is not made up from the atoms, electrons, neutrons, protons or particles that we are familiar with here.  Buradaki atomlardan, elektronlardan, nötronlardan, protonlardan, partiküllerden değil.
Whatever He creates you with, whatever your original substance is, things beyond ‘ether’, creating you based on your spiritual characteristics, using them like genes. Neyden yaratıyorsa sizi, madde-i asliyesiniz ne ise, “eter” ötesi şeylerden, “esir” ötesi şeylerden, âdeta gen gibi kendi hususiyetinizi esas almak üzere yaratıyor.
You are incarnated as yourself, but you will be made up of different substances. Siz, sizin, siz olduğunuzu hissederek, siz gibi tecessüm ederek var ediliyorsunuz; fakat Allah (celle celâluhu) ayrı maddeler kullanarak, sizi, siz ediyor.
Your existence was in a different form in the Divine Knowledge; but it is in a different form in terms of the outer physical form.  “İlm-i İlahî”de vücudunuz farklı şekilde idi; fakat haricî vücûd nokta-i nazarında farklı şekilde oldu.
You were in a different form in the realm of spirits. ‘They said (our spirits): Yes, You are our Lord’, but our physical form manifested differently. “Ruh âlemi”nde farklı şekilde idiniz, “Kâlu: Bela” (“Dediler ki: Evet, Rabbimizsin”) zamanında; fakat bu hâricî vücûd nokta-i nazarından farklı oldunuz.
And you will experience a contrast in the Hereafter as well. Bir farklılık da orada yaşayacaksınız.
You are going to experience a very different form of life and say: Şimdi öyle bir hayatı duyacaksınız ve diyeceksiniz ki:
‘Millions of years on earth are not equivalent to one hour here.’ “Dünyanın milyonlarca sene hayatı, bunun bir saatine mukabil gelmez.”
What does this show? Bu neyi gösteriyor?
This shows the Divine character: Huluk-i İlahîyi gösteriyor:
God, may He be glorified and exalted, gives an ocean in return for a drop. Allah (celle celâluhu) bir damlaya deryayı lütfediyor.
What ocean? Derya ne?
Oceans... Deryaları.
The sun in exchange for a particle.  Bir zerreye güneşi.
What sun? Güneş ne?
More like universes. Kehkeşanları, Allah (celle celâluhu) lütfediyor.
This is a Divine custom. Bu, bir âdet-i Sübhâniye.
Now, under ordinary conditions, ‘with all things being equal and in accordance with the demands of the Divine Will’ it is a person simply making a choice. Şimdi şart-ı âdî planında, “Tesâvi-i tarafeyn”den (veya mütesâvi’üt-tarafeynden) ibaret bir yerde, kader-dengi değerlendiriyorum” mülahazası ile, bir insanın bir tercihte bulunması sadece.
But if that is an appropriate choice, God will reward you in the grave in return for that choice.  Fakat o, isabetli tercih ise şayet, o isabetli tercihte bulunmasına karşılık, Allah, kabirde, ona ayrı bir mutluluk yaşatıyor.
When the two interrogating angels in the grave appear, you say, ‘Well, what are you going to ask me?’ Münker-Nekir geldiğinde, “Yahu buna ne soracaksınız?
The angels think, ‘He has prepared his answer, the declaration of “There is no deity but Allah, Muhammad is the Messenger of Allah” is always on his tongue’. Adam cevabını hazırlamış, gelmiş; dili hep o cevap ile “La ilahe illallah, Muhammedu’r-Resulullah” ikrarıyla dönüyor” diyorlar.
As you close your eyes to this world and up until that moment in your life, if you have constantly repeated, ‘There is no deity but Allah, Muhammad is the Messenger of Allah’ that is how you will depart this world and you will be in constant recitation of it in the Hereafter. Hayata gözlerinizi kapadığınız zaman ve o zamana kadar “La ilahe illallah, Muhammedu’r-Resulullah” demişseniz, öyle gidersiniz ve oraya gittiğiniz zaman vird-i zebân olarak da hep diliniz onu tekrar eder.
Just like the late Ahmet Feyzi (a student of Bediüzzaman), you might pass away with a smile. Rahmetli Ahmet Feyzi gibi, tebessüm ederek gidersiniz:
Perhaps he saw the noble Archangel of Death: Herhalde Hazreti Azrail’i gördü:
‘I have come.’ ‘Oh most noble one, welcome!’ “Ben geldim.” “Aman efendim, hoş geldin, safâ geldin.
I have been waiting for this moment. Ben de bu ânı bekliyordum zaten.
There was such an enthusiastic longing within me. Bir diyâr-ı âhere, öyle bir meyelân-ı şevk-engiz vardı ki içimde.
As soon as possible. Bir an evvel.
When will I meet my Beloved, when will I have my ‘wedding night’?’ Sevdiğime ne zaman kavuşacağım, o şeb-i arûsu ne zaman yaşayacağım.”
Just as they say for Rumi. Mevlana için diyorlar ya hani.
So, two individuals personally informed me regarding the smile they witnessed; I thought to myself, ‘Why did you not take a look at pure face?’ Dolayısıyla, tebessüm ettiğini bizzat gördüklerini iki zat bana söyledi; kendi kendime, “Gidip neden bakmadın o temiz çehreye bir” dedim.
I lead the Funeral Prayer of that eminent person. Cenaze namazını da ben kıldırdım o zâtın.
Yes, he left this realm with such expression. What will the angels ask when they see it? Evet, öyle bir çehre ile oraya girmiş insana melekler bakınca, ne soracaklar ona?
Surely they will say, ‘Okay then, let’s just leave. This person has come prepared.’ “Yahu arkadaş, biz çekip gidelim, bu adam dopdolu gelmiş zaten buraya” diyecekler herhalde.
Maybe they will ask their questions, but by the grace of God, they will receive their response. Belki yine diyeceklerini diyecekler ama alacakları cevabı da Allah’ın izni ve inayetiyle alacaklar.
In a way, life in the Intermediate Realm, the so-called ‘fifty thousand years’, will act like a compass to reach Him; at the same time, it will also be a satellite and a projector. Ve bu, o Berzah hayatı -“Elli bin sene” deniyor bir yerde, o Berzah hayatına- O’na (celle celâluhu) ulaşma adına bir yönüyle bir pusula olacak; aynı zamanda bir peyk olacak, bir projektör olacak.
Until the Great Gathering, the true believers will walk towards Him with those enlightened feelings. Öyle mü’minler, hep o aydınlık içinde sürekli O’na doğru yürüyecekler, tâ Mahşere kadar O’na doğru yürüyecekler.
In fact, when they arrive there, they will be full of hope. Oraya gidince de zaten bir yönüyle ümitleri tam olarak gidecekler.
When their deeds are placed on the scale, by God’s leave, it will weigh heavier. Amelleri terazinin bir kefesine konunca, Allah’ın izniyle ağır basacak.
‘As for those who say, ‘Our Lord is God,’ and then follow the Straight Path (in their belief, thought, and actions) without deviation, the angels descend upon them from time to time. “Buna karşılık, ‘Rabbimiz Allah’tır’ diye ikrarda bulunup, sonra da (bu ikrarın gereği olarak inanç, düşünce ve davranışta) sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine zaman zaman melekler iner.
(in the world, as protecting comrades, and in the Hereafter, with the message): (O melekler, dünyada onları korur, Âhiret’te ise hem dostluk izharında bulunur, hem de onlara şu mesajı iletirler:
Do not fear or grieve; but rejoice in the glad tidings of Paradise which you have been promised. (Azap görür müyüz diye) endişe etmeyin, (dünyada iken işlediğiniz ya da işlediğinizi düşündüğünüz günahlar, yapamadığınız iyilikler sebebiyle de) üzülmeyin; size va’d olunan Cennet’le sevinin.
We are your well-wishing comrades and helpers in the Hereafter, as we have been in the life of the world. Biz, dünya hayatında olduğu gibi (burada) Âhiret’te de sizin yakın dostlarınızız.
You will have therein all that your souls desire, and you will have therein all that you ask for. A welcoming gift from the One All-Forgiving, All-Compassionate’ (Al-Fussilat, 41:30-32). O Cennet’te canınız her neyi çekerse onu hazır bulacak, orada istediğiniz her şeyi elde edeceksiniz; affı, bağışlaması ve bilhassa mü’minlere karşı hususî merhameti pek bol Allah tarafından bir ikram olarak” (Fussilet, 41:30-32).
The angels will give these glad tidings to them.  Bunlar ile, melekler, muştulayacaklar onları.
May God allow it to be that way.  Cenâb-ı Hak, öyle etsin.
May God grant us success in using our willpower, our tiny little willpower, to walk on the path to reaching that ocean.  O küçük irademizi, minnacık irademizi, deryaları peyleme istikametinde değerlendirmeye Allah muvaffak eylesin.
As opposed to some people imagining their droplet sized willpower being an ocean.  Birilerinin, deryalar kadar zannettikleri kendi iradelerini damla istikametinde kullanmalarına mukabil.
In other words; placing all hope in something cheap, like a simple creature. Yani; ucuza, bir mahluk gibi ucuza peylenmelerine mukabil.
To be clearer; as opposed to using one’s willpower to attain things like a palace, a villa, a yacht, using one’s willpower to attain the good pleasure of God is such a great achievement that it wouldn’t be exchanged for a thousand worlds.  Daha net; bir saraya, bir villaya, bir filoya kullanmalarına mukabil, onu Allah’ın rızasına, Cenâb-ı Hakk’ın likâsına iştiyak istikametinde kullanmak, öyle bir kazanımdır ki bin tane dünya verilse, bunun yerini tutmaz.
They are the self indulgent and spoilt ones.  Esas “mütrefîn”, onlar.
It is not correct to look at this movement as ‘self indulgent’.  Bu cemaate “mütrefîn” nazarıyla bakmak, doğru değil.
However in one regard, ‘wastefulness’ is a road that leads to ‘extravagance’. Fakat bir yönüyle, “israf” da “itrâf”a (aşırılık ve lükse) açılan bir yoldur.
A person should only intake the calories/vitamins required by the body. Bir insan, sadece vücudunun ihtiyacı olan kaloriyi/vitamini almalı; bunun dışında.
For this reason, Bediüzzaman summarises the matter in two lines: Onun için, Hazreti Pîr iki cümle ile ifade eder meseleyi:
‘Tasting is permissible but one should not get full.’ “Tatmaya izin var, doymaya izin yok.”
In the words of the noble Spirit of the Master of Humankind, ‘Eat as much as your body requires.  Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’ın ifadesiyle de “Alacağın gıda senin, vücudunun ihtiyacı kadar olmalı.
And leave some room in your stomach for water and air.’ Ve midende suya da yer bırakmalısın, havaya da yer bırakmalısın.”
I believe from a medical perspective, this is actually a matter for doctors to expound on.  Zannediyorum bu, hıfzıssıhha açısından, hekimlerin de üzerinde duracağı bir husustur esasen.
And in our day and age ‘over-eating’, ‘over-drinking’ and ‘over-sleeping’ are matters that are causing a range of problems and sicknesses for humanity.  Ve günümüzde bu “çok yeme”, “çok içme”, “çok yatma” mevzuu, insanlık için çok ciddî problemler oluşturmaktadır ve değişik hastalıklara sebebiyet vermektedir.
In this regard, if something was to be said to us or to our movement; God would ask: Bu açıdan, hani bize ve cemaatimize dense dense, şöyle denir; Allah sorsa, onu sorar:
‘You were being wasteful. “İsraf ediyordunuz.
If you were eating two or three meals in a day, you should only have eaten enough to suffice your hunger.’ Günde iki defa yemek vardı veya üç defa yiyecekseniz, sadece açlığı giderecek iki kaşık alsaydınız.”
Especially in this day and age there are thousands of people in need.  Hususiyle günümüzde binlerce insan -bin-ler-ce in-san- ihtiyaç içinde.
These people have been thrown into prison, they had an income but it was cancelled.  Bunlar, içeriye atılmışlar; gelirleri varmış, kesilmiş.
They have kids at home, or wives at home, or their wives and kids have been imprisoned while the husband/father is outside.  Çocukları var evde, hanımları var evde veya hanımlarını çocuklarıyla beraber içeriye atmışlar, beyleri dışarıda.
They do not even have income of five cents. Bunların beş kuruşluk gelirleri yok.
If they are not helped out, I believe that they would not even be able to find a bite of bread.  Bir yerden kendilerine bir şey ulaştırılmazsa, onlar -zannediyorum- o bir lokmayı bile bulamıyorlar, bir lokma ekmeği bile bulamıyorlar.
In a day and age like this, we must live in complete frugality.  Şimdi böyle bir dönemde, tam bir iktisat ile yaşamak lazım.
In the treatise on frugality by Bediüzzaman, he mentions, one must have a mindset of frugality that focuses on ridding oneself of hunger, to make do with enough to allow the body to function with vitamins, protein and enough calories. İktisat Risalesi’nde Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, tam bir iktisat düşüncesiyle, sadece açlığı giderecek kadar, vücudun ihtiyacı olan vitamini, proteini, kaloriyi alacak kadar bir şeyle iktifa etmek lazım.
You know the ‘As if I ate it’ mosque. Hani, “Sanki Yedim” camii var ya.
The noble sage Bediüzzaman describes the person who built that mosque as someone who made it a motto and habit to say, ‘As if I ate it’ to build the mosque with what he has not eaten, i.e. his savings. Hazreti Üstad, onu yaptıranla alakalı “O adam ‘Sanki yedim.’ demeyi adet/düstur edindi, koca bir camiyi yemedi” diyor.
One must say, ‘As if I ate it’, As if I ate it, As if I ate it. Efendim, “Sanki yedim” demeli, “Sanki yedim” demeli, “Sanki yedim” demeli.
And one must save aside a certain amount with the emotions of assisting those brothers and sisters who are hungry, thirsty and have nothing. Ve bir miktar ayırarak, muavenet duygusuyla, inayet duygusuyla, o aç, susuz, hiçbir şeyi olmayan kardeşlere ulaştırmalı.
In a time like this, they should run to their aid and rescue. Böyle bir dönemde, onların imdadına koşmalı.
Just like our noble Prophet, who ran to the aid of the Suffa Companions.  Efendimiz’in de çok defa, Ashâb-ı Suffe’nin imdadına koştuğu gibi.
Whenever he could get his hands on something, he would call the noble Abu Hurayra straight away to ‘call upon the needy’.  Eline bir şey geçince, hemen Hazreti Ebu Hüreyre’yi çağırıp, “Çağır fakirleri” diyor.
Whether it was one hundred, two hundred or three hundred of them in the Suffa, he would call them all.  Yüz tane mi, iki yüz tane mi, üç yüz tane mi, Suffe’de kalanları çağırıyor.
Sometimes the numbers would be at that level and he would say, ‘Call them and let them eat’. Bazen sayıları o kadar bile olmuş; “Çağır onları, yesinler” buyuruyor.
It is the Prophetic path to act with the consideration of ‘Call them here and let them eat of whatever they require’. “Çağır onları, yiyecekleri şeyden yesinler” mülahazasıyla hareket etmek, “Peygamberler Yolu”dur.
In a time like this, where some are starving, thirsty and in a state of agony and anguish... Böyle bir dönemde, birileri açken, susuzken, ızdırap içindeyken.
When they don’t have anything other than the clothes that they are wearing... Onların giyecek bir elbiseden başka bir şeyleri yokken.
When that is torn and they do not have any resources to buy new ones... O da yırtıldığı zaman yenisini alacak imkânları yokken.
We have layers and layers of clothes, equipping our wardrobes full of clothes, at the same time having warehouses full of resources, having incomes can provide all for us, having pots boiling for us; these are things that God Almighty will not forgive. Bizim kat kat elbisemizin olması, gardıroplarımızın birkaç elbise ile donatılmış bulunması, aynı zamanda ambarlarımızın dopdolu olması, teknelerimizin her an bizim için hamurlar ile dolup taşması, çanakların fokur fokur bizim için kaynaması, Cenâb-ı Hakk’ın affedeceği şey değildir.
This is a path opening to living in ease and luxury. Ve bu, “itrâf”a açılan bir yoldur.
If a person opens up to comfort, abundance and haughtiness in this path, May God protect us from it, he will go and become one of those who are self-indulgent and God Almighty’s wrath will befall him. İnsan, bu istikamette “teref”e (rahatlığa, bolluğa ve şımarıklığa) açılır ise şayet, hafizanallah, gider o “mütrefîn”den olur ve Allah da helak eder.
One must understand the importance of the bounties bestowed upon him and in this time run to the aid and rescue of our brothers and sisters, with God’s permission and grace. Şimdi bunun kadrini bilerek, bu dönemde o kardeşlerimizin imdadına koşmalı, Allah’ın izni ve inayetiyle.
We must also watch out for our own eating and drinking, such that we do not overlook the rights of our body and others.  Kendi yememizi-içmemizi de, bir kaba, bir öğüne veya kaşığın ucuyla bir şeyden bir tane, öbür şeyden de bir tane -onun da hatırı kalmasın- almaya göre ayarlamalı.
We have not got used to it; to strive until we get used to it. Çünkü alışmamışız; ona alışacağımız âna kadar.
Soup is enough, a soup with bread is sufficient to fill you up, to provide the vitamins, proteins, and calories that you need. Bir çorba yeter; bir un çorbasının içine ekmek doğrarsın, yersin; vitaminini de alırsın, proteinini de alırsın, kalorini de alırsın, Allah’ın izni ve inayetiyle.
And if you were to have tea with one sugar in it next to this, you would also have the glucose you need. Bir de bunun yanında bir çay içersen, bir de içine bir şeker atarsan bunun, o zaman glikozunu da alırsın.
Through such a meal you can satisfy all your nutritional needs, and you can look at everything else that you attain beyond this as an ‘eternal repository’. Alırsın ve bunun dışında eline geçen şeyleri de senin için “ebedî bir sermaye” olabilecek bir yolda kullanırsın.
You will give and then receive; you will give and then receive. Verirsin, verirler; verirsin, verirler.
What you give will always remain a single drop compared to all that you receive. For if you were to give an atom’s weight, you will be rewarded in the weight of stars and galaxies. Bu “Verirsin”de seninki yine damla; “Verirler” ise, derya; verirsin zerre, verirler güneşler, kehkeşanlar.
May God Almighty allow us to live as such. Cenâb-ı Hak, böyle yaşamaya muvaffak eylesin.
Pin It
  • Created on .
Copyright © 2024 Fethullah Gülen's Official Web Site. Blue Dome Press. All Rights Reserved.
fgulen.com is the offical source on the renowned Turkish scholar and intellectual Fethullah Gülen.